
İnkılâp bir tekâmül hamlesidir. Ağır değil, hamleli bir tekâmüldür. Tarihsiz tekâmül olmaz. Geçmişe dayanmayan bir geleceğin temeli yoktur. Bu şartları inkâr eden bir inkılâp anlayışı Batı medeniyetine değil, komünizme mahsustur.
Son Güncelleme: 26 Haziran 2025 Perşembe - 07:00 | GDH Haber
Peyami Safa'nın yanı sıra, Türk Düşüncesi dergisinin diğer yazarlarının da muhafazakârlıkla beraber inkılâpçılığı da savunması, her iki alanda da kendini farklılaştırma ve tanımlama gayretine yol açmıştır. Muhafazakârlık savunulurken irtica, mürteci ve yobazlık; inkılapçılık savunulurken devrimbazlık eleştirilecektir.
Safa, bu bakımdan "İnkılâp Anlayışımızdaki Hatalar"ı sıralayacaktır. Bu yanlış anlayışlar yüzünden inkılâp, Safa'nın tabiriyle "kızıllarla devrimcilerin" suistimaline uğramaktadır. İnkılâba yönelik anlayış hataları şunlardır:
(1) İnkılâp, gelenek düşmanlığı değildir. Ziya Gökalp'in ifade ettiği gibi "İngilizleri ileri götüren an'aneciliktir (gelenekçiliktir)" Tarihî gelenekleri olmayan kaideler, taklit edilse bile bir gelenek olmadıkça kaideler yaratıcı olamaz. İnkılap kaidelere değil, geleneklere dayanır.
(2) İnkılap taklit edilemez. Tarihteki Amerikan, İngiliz, Fransız, Rus inkılâpları birbirinin aynısı değildir ve birbirlerini taklit etmiş de değillerdir. Taklit üzerine kurulmaya çalışılan inkılâplar, kitleye mal olamaz ve kalıcı olamazlar. Birinci ve İkinci Meşrutiyet anayasaları ve Medeni Kanun tercümeye dayandığı için başarılı olamamıştır.
(3) Hiçbir inkılâp, tek adamın eseri olamaz. Atatürk, büyük inkılâpçılarımız arasında müstesna bir yere sahipse de, Türk inkılâbı Atatürk'ten çok önce başlamıştır. Hürriyet inkılâbı 1908'de, kadınların çalışabilmesi 1905'te, kız ve erkek öğrencilerin üniversitede beraber okuyabilmesi 1920'de gerçekleşmiştir. Latin harflerinin ve şapkanın kullanımı yönündeki akımlar da önceden beri vardır.
(4) Laiklik, batı medeniyetinin şartı ve esası değildir. Batı medeniyetindeki gelişmiş ülkelerden birçoğu, meselâ İngiltere laik değildir. Laikliği eleştirmek Batılı laik ülkelerde irtica sayılmaz. Batı medeniyeti hâlâ Hıristiyan geleneklerine bağlıdır.
(5) Türkiye'de millî hâkimiyet 1923'te değil, 1908'de başlamıştır Türkiye'de serbest seçim 1908'de gerçekleşmiş, yürütüme kuvveti saltanattan alınarak, serbest oyla tayin edilmiştir. Millî hâkimiyet daha sonra tehlikeler geçirmiş, ancak 1950'de yeniden hayata geçebilmiştir.
Tek parti dönemi, serbest seçimin ve demokrasinin olmadığı "totaliter" bir dönemdir. Millî hakimiyet ve demokrasi 1950'den sonra da tam anlamıyla gerçekleşememiş, kimi kısıtlılıklar içindedir. Ancak tekâmül ederek zaman içinde tam olarak uygulanabilecektir. Sonuç olarak inkılâp"... bir tekâmül hamlesidir.
Ağır değil, hamleli bir tekâmüldür. Tarihsiz tekâmül olmaz. Geçmişe dayanmayan bir geleceğin temeli yoktur. Bu şartları inkâr eden bir inkılâp anlayışı Batı medeniyetine değil, komünizme mahsustur."
Türk muhafazakârlığını, "şuurlu muhafazakârlığa" dönüştürmek isteyen Mustafa Şekip Tunç, Türk Düşüncesi'nde az yazmakla beraber muhafazakârlıkla ilgili genel çerçeveyi çizen önemli bir isimdir.
Mustafa Şekip Tunç, Türkiye'nin demokrasi tecrübesinin iki ana akım veya parti arasında geçecek mücadelelerle olgunlaşacağını tespit ederek, bu çerçeveyi çizmeye çalışıyor. Tunç'a göre toplumlar, özellikle ileri toplumlar, tam bir ahenk içinde yaşamazlar. İş bölümünden kaynaklanan menfaat çatışmaları, bugün toplumu burjuvazi ve proletarya olarak ikiye ayırmıştır.
İnançlar, örf ve adetler bakımından da farklılaşmış bir toplum sözkonusudur. Toplumlara devamlı bir dinamizm veren bu çatışma ve mücadeleler, demokrasi sayesinde hürriyetle beraber gelişmektedir. Demokrasi bakımından toplumların önünde iki ayrı siyasî seçenek vardır:
İlki muhafazakâr veya ananeci zihniyettir. İkincisi ise "terakkisever yahut rasyonalist (akılcı) zihniyet"tir. Onsekizinci yüzyıldaki aşırı soyut rasyonalizmin doğurduğu Fransız İhtilâlinden sonra, bir düzen kurma endişesi ortaya çıkmış, ihtilâl nöbeti içinde yıkıldığı zannedilen anane, örf ve adetlerin yaşadığı görülmüştür.
Bu dönemde ortaya çıkan sosyoloji ilmiyle, politika artık ilmî verilerin üzerine oturmuştur. Artık iki ana siyasî akım arasında "...tarihi iyi bilerek, zaman ve mekân şartlarını tanıyarak, mutlaka değil, olabilirlere bakarak, müphem bir idealizmle değil, realist bir metotla politika ..." yapılacaktır. Eğer siyaset gerçekçi zeminlere oturmazsa, demokrasiyi yaşatmak zorlaşacaktır.
Türkiye'de mutlak iktidarın sınırlandırılması, Birinci Meşrutiyet'te başlamışsa da, ancak 1950'de Demokrat Parti'nin iktidara gelmesiyle, "cumhuriyetin bu temelli adımıyla" tamamlanabilmiştir. Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi arasındaki mücadele, birbirlerine tepki duymalarından ve henüz genç olduklarından şiddetli geçmektedir.
Bu mücadelenin, henüz cehalet içinde bulunan halk üzerinde, demagoglar marifetiyle etkili olması çok tehlikelidir. 31 Mart ve Patrona Halil isyanları, böyle bir demagojiyle din kaygısıyla iptidaî zihniyetlerin tahrik edilmesinden doğmuştur.
Fransa 'da da ananecilik dolayısıyla yaşanan mücadele çok sert geçmektedir, ama bu mücadele "iki taraftan da şuurla yapıldığı için bir fikir ve kanaat mücadelesi olarak kalmıştır".
Bu "şuurlu medeniyet olgunluğuna", aydınlanmalar yoluyla ulaşılabilir. Eski Yunan medeniyeti, Rönesans ve 18. yüzyıl aydınlanması gibi. Aydınlanma ise "... tabiatın realitelerine dönerek gerçek bir dünya görüşüne ulaşmak, başta ilim ve felsefe olmak üzere ve bunların yardımlar ile yaratıcı kudretler kazanmak ve bu kudretleri içtimaî hayatın hayır ve selametine kullanmak" şeklinde anlaşılmalıdır.
Şuurlu muhafazakârlık ve şuurlu liberallik, bu aydınlanmalardan doğmaktadır. Şuurlu medeniyetlerde bu iki akım/parti birbirlerini tamamlayan bir ahenk içinde bulunurlar.
Şuurlu muhafazakârlık, liberalizme karşı tepkiden oluşmuştur. "Bırak yapsın, bırak geçsin" ilkesine dayanan liberalizm, kapitalizmi İngiltere lehine yapılandıracak bir iktisadî dönem açmıştır. Serbest rekabeti savunan liberaller, maddî kazanç ve servetin önünü açmışlar, bu şekilde maddiyatçılık çağı başlamıştır. Muhafazakârlık, milletlerin yalnız maddî hayatla kurtulamayacakları, manevî hayatın ve değerlerin korunması gerektiği iddiasıyla ortaya çıkmıştır.
İngiltere'deki siyasî ve kültürel olgunluk bu mücadeleyi yerine oturtabiliyordu. Gelişmeye direnen bir gelenekçilik değil, liberalizmin aşırı ilerleme arzusuna karşı temkinli, "şuurlu bir muhafazakârlık" ortaya çıkmıştır. İnsanın madde ve teknikten ibaret olmadığını vurgulayan muhafazakârlığa, şuurunu verecek olan ise tarihtir.
Ne Ticaniler gibi geri, şuursuz bir muhafazakârlık, ne de tarihten kopuk köksüzlüğe götürecek bir ilerleme doğrudur. Medeniyet değiştirme zarureti, tarihi ihmal etmeyi meşrulaştırmaz.
Tunç fikirlerini anlatabilmek için millet hayatını bir ağaca benzetiyor. Bu ağacın kökleri mazi, gelenek ve âdetlerdir. Halk bu köklere doğrudan bağlı olan gövde gibidir. Meyve veren dallar ise aydınlardır. Bunları besleyen ise sadece kökler değil, hürriyet havası ve hürriyet güneşidir.
Hürriyetin var olabilmesi için ise "... cemiyette iş bölümünün son derecede artarak fertlerin çeşitlemeleri, bu çeşitlilik arasında esen rüzgârların, yaratıcı şahsiyetlerinin yetişmiş olmaları lâzımdır." Tunç, hürriyetle kalkınma arasında yakın ilişki kuruyor, hürriyet havasının açılmasını kalkınmanın sistemli ve istikrarlı bir şekilde gelişmesine bağlıyor.
Görüldüğü üzere Türk muhafazakarlığının zengin bir fikri zemini bulunmakla beraber, muhafazakarlığın bu fikri mirası dahi muhafaza edememesi dramatiktir. Bu dramatik sonuç, 27 Mayıs darbesi başta olmak üzere darbelerin bir maliyetidir.
Devamını Oku
15 Aralık 2025 Pazartesi - 11:46
Devamını Oku
14 Aralık 2025 Pazar - 10:46
Devamını Oku
13 Aralık 2025 Cumartesi - 08:55