
Ruslar, şimdi hafızalarında olmayan bir şeyi yani kendilerini arıyorlar ve bulmak için çok zorlanıyorlar. Esasen Türkiye tecrübesi de bir yönüyle Ruslara benziyor. Müthiş bir hafıza ve bilinç kaybı.
Son Güncelleme: 17 Haziran 2025 Salı - 10:08 | GDH Haber
Bundan yaklaşık otuzbeş yıl önce Sovyet sistemi çöktü. Doğu Avrupa'daki sosyalist ülkeler ancak elli yıldır, yani iki nesildir bu rejimin etkisi altındaydılar. Üstelik Rus işgali zoruyla sosyalist olduklarından ona karşı bir dirençleri de vardı. O yüzden geçmişi tamamen unutmamışlardı ve Rusya 'ya nispetle yeni duruma kolayca intibak ettiler.
Rusya ise yaklaşık yetmişbeş yıldır yani üç nesildir ve üstelik yine Rusların yaptığı bir devrimle sosyalizme geçmişti. Yeni bir insan homosovyetus yaratmaya çalışmışlardı. Helene Carrere d'Encausse'nin Tamamlanmamış Rusya adlı kitabında bu durumu şöyle değerlendiriyor:
"Yetmişbeş yıl, siyasi kültürel ve toplumsal alanlarda insan hayatının tamamından fazlasını kaplayan bir sistem, geçmişin bütün hafızasını farklı bir evrene ait her türlü bilinci silmeye yeterli olur."
Ruslar, şimdi hafızalarında olmayan bir şeyi yani kendilerini arıyorlar ve bulmak için çok zorlanıyorlar. Esasen Türkiye tecrübesi de bir yönüyle Ruslara benziyor. Müthiş bir hafıza ve bilinç kaybı:
Türkiye'de de yaklaşık Rus devrimiyle aynı tarihlerde büyük bir kırılma, siyasi, iktisadi ve kültürel kopuş yaşandı. Bu kırılma ve kopuş neydi? Biraz ona bakalım. Türkiye, Balkan savaşından itibaren on yıl süren uzun bir savaş yaşamıştır.
Bu savaşların içinde yer aldığı Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki döneme, tarihçi Hobsbawm ''felaketler çağı'' diyor. Türkiye, bu dönemden en ziyade payını alan ülkeler arasındadır. Bu dönem boyunca bütün dünyada iktisadî ve siyasi liberalizm gerilemiş, otoriter ve totaliter rejimler ilerlemiştir.
Türkiye bu dönemde her şeyden önce büyük bir nüfus kaybı yaşamıştır. Bu kaybı Justin McCarthy şöyle anlatıyor:
“Osmanlı Anadolusu Birinci Dünya Savaşı'nda, savaşa katılan herhangi bir ülkeden daha fazla ölüm acısı çekmiştir. 1912'den 1922'ye kadar, Anadolu nüfusu yüzde 30 azalmıştır. Anadolu nüfusunun, yaklaşık olarak, yüzde 10'u göç etmiş ve yüzde 20'si ölmüştür."
Mccarthy de Hobsbawn gibi felâketlerin yarattığı değişim potansiyeline dikkat çekerek, Türkiye üzerinde bu felâketlerin halkta reformları destekleyecek bir psikoloji ve maddi temel hazırladığını kaydediyor:
"Felâket beraberinde değişime doğru psikolojik bir eğilim getirir. Basitçe ifade edilirse, felaket oluşturan kayıplar, insanların akıllarını, alışkanlıklarını ve hayatlarını değiştirir. Hiç olmazsa, hayatta kalanlar başlarına felaket getiren sistemden daha iyi bir sisteme sahip olmak isterler. Bundan başka, feci ölümler rasyonelleştirilmiş muhafazakâr hayatın en temel bloklarını yerinden oynatır, evler yıkılır, aile üyeleri öldürülür; çiftlikler ve işler yitirilir. Kayıplar yardım edemez ama geleneksel değerlerde ve muhafazakâr hayat tarzlarında değişikliklere sebep olurlar."
Bu değişikliğe hazır oluş, Türkiye'deki değişimi dünya savaşında yenilen her siyasi rejimin değişmesinin ötesine taşıdı. Osmanlı devletinin çok milletli ve dini dünya telakkisinden, milli ve laik rejime geçilirken toplumsal hafıza adeta ortadan kaldırıldı.
Renan'ın unutma anlayışına dayanan ve hayali bir antik orta Asya dönemi esas alınarak, İslami dönemin atlandığı bir milli kimlik inşa edilmeye çalışıldı. Tarihsel ve sosyolojik gerçeklikten kopulduğu ölçüde de, Mete Tunçay'ın deyişiyle ikna yerine cebre başvuruldu.
Bu dönem inkılapçılarının önde gelenlerinden, Adalet Bakanlığı yapmış Mahmut Esat Bozkurt'un aşağıdaki ifadeleri dikkat çekicidir:
"Her ilerleme altında çiğnenen bir ananeye tesadüf edeceksiniz. Ananeler yaşayan maniler demektir. Hayat bir yıldırımdır ki bunun her darbesinde büyük Türk şairi Fikret'in dediği gibi bir gece, bir gölge devrilir. Bu devrilenler hep ananelerdir. Bunların arkasında sabahlar vardır."
Buna karşılık Kemalizmi muhafazakar bir istikamette etkilemek isteyen isimlerden İsmail Hakkı Baltacıoğlu da şöyle diyor:
"Devlet kurmak kolay, ulus yapmak çok zor, ama geleneği yaratmak imkansızdır.''
Mahmut Esat Bozkurt'un bakan olduğu bu dönemde, Baltacıoğlu gibi muhafazakarlar, dergilere, attar dükkanlarına ve bunun gibi adacıklara sığınmışlardır. Siyasi sahaya çıkamayan muhafazakarlık çok sınırlı bir kültürel sahada ve imkansızlıklar içinde hayat mücadelesi vermiş ve çoğu şeyi bugünlere aktarmayı denemiştir… Bu mücadelenin çok kıymetli isimleri bugün yeterince hatırlanmıyor maalesef…
Muhafazakarlık, bu kavram anıldığında akla ilk gelen isimlerden Yahya Kemal'in ifadesiyle '' telin koptuğu, ahengin bozulduğu '' andan sonraki huzur arayışıdır. Daha doğrusu '' şevk veren beste ''yi hatırlama çabası :
'' Bir bitmeyecek şevk verirken beste
Bir tel kopar ve ahenk ebediyen bozulur''
Hatta muhafazakarlık, kültürel muhafazakarlık, bir yönüyle oldukça dramatik bir boyut taşır. Yenikapı Mevlevihanesinin son şeyhi Abdülbaki Dede'nin oğlu Gavsi Baykara'nın şarkısı sanki bu dramı anlatır gibidir:
'' Dokunma kalbime zira çok incedir kırılır
O tıpkı mabede benzer ki orada hıçkırılır ''
Mamafih muhafazakarlık bu noktada pes etmez: Direnir… Bu direniş, bir geleneğin direnişi veya hatırlanışı olduğu gibi, bunun mümkün olmadığında da Baltacıoğlu'nun yukarıdaki sözü hilafına imkansızın denenmesi ve geleneğin icad edilmesi şekline de dönüşebilir…
Devamını Oku
17 Aralık 2025 Çarşamba - 11:15
Devamını Oku
16 Aralık 2025 Salı - 08:51
Devamını Oku
15 Aralık 2025 Pazartesi - 11:46