
Fransız devriminin laiklik uygulamasını örnek alan ülkelerde, din hürriyeti bakımından ciddi problemler yaşanmaktadır. Otoriter bir modernleşme altında Türkiye toplumu, tek parti döneminde, devletin baskıcı ve tekelci millileştirme ve laikleştirme politikalarına maruz kaldı.
Son Güncelleme: 20 Aralık 2025 Cumartesi - 13:08 | GDH Haber
Türkiye gibi Fransız devriminin laiklik uygulamasını örnek alan ülkelerde, din hürriyeti bakımından ciddi problemler yaşanmaktadır. Otoriter bir modernleşme altında Türkiye toplumu, özellikle tek parti dönemi itibarıyla, devletin baskıcı ve tekelci millileştirme ve laikleştirme politikalarına maruz kalmıştır. Bu politikalar, sadece azınlık teşkil eden gayrimüslim vatandaşlara değil çoğunluktaki Müslüman vatandaşlara da, kendi içlerindeki farklılık ve azınlık-çoğunluk haline bakmadan, bütün vatandaşların din ve vicdan hürriyetlerine engel olmuştur. Türkiye’ de müslim ve gayrimüslim bütün dindarların ve hiçbir dine inanmayanların ihtiyaçları, ancak evrensel bir din hürriyeti sağlanmasıyla aşılabilecektir.
Dine Hürmet Suçtu
Türkiye’deki tek parti döneminde temel problem nasıl hürriyetlerin yokluğuysa, din konusundaki esas problem de dini hürriyetlerin yokluğudur. Hatta öyle ki, tek parti döneminin başlangıcındaki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması ve liderlerinin yargılanmasının sebebi, Fırka programının 6.maddesinde yer alan “Fırka efkar ve itikat-ı diniyeye hürmetkardır” ifadesi olacaktır. Bu konuda resmi ideoloji çerçevesinde teşekkül eden resmi literatürün hakimiyeti o kadar kabul görmüştür ki, hemen her kaynakta yer alan bu ifadeyi dönemin TpCF’nı kapatan hükümetinin takdim ettiği şekliyle “irtica”nın ve dolayısıyla Şeyh Sait isyanın tahriki olarak görmek mümkündür. Halbuki bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti, anayasa hükmüyle bir islam devletidir. TpCF’nın programında yer alan yukarıdaki bu ifade ise, her türlü dini inanç ve kanaate partinin saygı duyduğunu ve partinin her türlü dini inanç ve kanaat sahibine açık olduğunu ilan etmeyi hedeflemektedir. Bunun ötesinde CHP, 1930’da kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası mahalli idareler seçimlerinde gayrimüslim vatandaşların partisi olmakla itham eden bir seçim kampanyası yürütmeyi tercih edecektir.
İlk Din Eğitimi Talebi
Faik Ahmet Barutçu Milli Şeflik dönemindeki ilk din eğitimi talebini şöyle anlatıyor: “ Bugün (3 Haziran 1942) Millet Meclisinde köy mekteplerinin teşkilatlandırılması kanunu görüşülürken inkılaptan sonra ilk defa olarak mekteplerde dini terbiye lüzumundan bahsedilmiştir. İlk bu bahse temas eden Rasih Kaplan olmuştur. Eski bir hoca olan Meclisin bu acar hatibi Milli Şef’ten rica ediyoruz, bunun zamanı gelmiştir. Köy çocuklarının dini terbiyelerini daha ziyade ihmalde devam edilmemek lazımdır. Diyerek din işini medeni bir cüretle kürsüye getiren ilk mebus olmuştur. Arkasından eski bir softa olan Besim Atalay görünmüştür. Ve bu daha ileri giderek bir de takrir (önerge) vermiştir. Milyoner mühendis Sivas mebusu Abdurrahman Naci de bunları takviye etmiştir. Reis, ekseriyet kalmadı diyerek celseyi tatil eyledi Ve CHP Grup Reis Vekillerinden Hilmi Uran da Besim Atalay’a takririni geri aldırmakla hadise başladığı noktada söndü.” ( Siyasi Hatıralar, C:1, s.569)
Dine ve Düşünceye Baskı
Bu durum Türkiye’nin çok partili hayata geçmesiyle biraz yumuşadıysa da, din üzerindeki baskı devam etti. Bakınız hürriyetçi büyük anayasa hukukçusu Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, laiklik konusunda hala kıymetli olan eserini yayınlarken, bu baskıyı nasıl ifade ediyor:
“Eser, daha geçen 1953 senesinin yazı başında bitmiş ve basılmaya hazır hale gelmişti. 29.7.1953 tarih ve 6787 sayılı ‘ Vicdan ve Toplanma Hürriyetinin Korunması’ hakkındaki kanunun çıkması üzerine talihsiz eserimin basılması geri kalmıştır. Aşağıya ilk maddesini not ettiğimiz bu kanun karşısında eseri yeni baştan gözden geçirmeye ve bir çok yerlerini değiştirmeye, ilmi ve tarihi hakikatlere ait satırlar ve sahifeleri çıkarmaya, hülasa, kanunun çizdiği yasak çerçevesi dairesinde eseri adeta yeniden yazmaya mecbur olduk. Bu yüzden, eserin hem intişarı gecikti ve bütünlüğü bozuldu; hem de fikir ve kanaatlerimizden yapmak zorunda kaldığımız hesapsız fedakarlıklar sebebiyle orijinal çehresi buruştu. Buna esef eder ve meşhur Latin Mütefekkir Piblius Syrus’un bundan ikibin sene evvel ifade ettiği acı bir hakikati, yirminci asrın ortasında memleketim hesabına üzülerek tekrar eder ve sözü bitiririm: Miserius est arbitrio alterius vivere (En sefil hayat, başkalarının arzusuna bağlı olarak yaşamaktır.)”
Tabii hal böyle olunca din hürriyeti talebi de devam etmiştir. İçlerinde Diyanet İşleri Başkanlığı da yapan alim Ömer Nasuhi Bilmen’in de bulunduğu İslam Mecmuası, 1960’da aşağıdaki şu bildiriyi kaleme almıştır:
“Din Hürriyeti İstiyoruz”
“1- Din hak ve özgürlüklerinin Batıdaki gibi anayasal güvence altına alınması, devletin dini teşkilatlanmayı vesayet altında tutmasının önlenmesi, dinin devletçe ‘yıkıcı ideoloji ve cereyanlara karşı’ korunması;
2- Diyanet İşleri Teşkilatının özerkleştirilmesi;
3- Vakıflar Genel Müdürlüğüne ait dini kurumların Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlanması;
4- İslam İlimleri Külliyesi kurulması, imam-hatip okullarının islahı, üniversiteye öğrenci hazırlayan meslek okulları haline getirilmesi, sayılarının arttırılması;
5- Din adamı yetiştirmeye özel önem gösterilmesi,
6- Radyoda dini konuşmaların verimli hale getirilmesi;
7- Dine ve mukaddesata yayın yoluyla saldırıların daha ağır biçimde cezalandırılması,
8- Dini telkin, irşat ve teşkilat kurma haklarının tanınması.”
Din hürriyeti tarihimizi hatırlamaya devam edeceğiz…
Devamını Oku
19 Aralık 2025 Cuma - 11:52
Devamını Oku
18 Aralık 2025 Perşembe - 12:25
Devamını Oku
17 Aralık 2025 Çarşamba - 11:15