
Kendine yabancılaşma çukuru ne kadar derin?
Son Güncelleme: 21 Ağustos 2024 Çarşamba - 12:41 | GDH Haber
20 yıl kadar önce Viyana‘nın cep tiyatrolarının birinde iki kişilik bir temsil izlemiştim. Senaryo genç oyunculara aitti. Zaman makinesini keşfetmiş bir medeniyette geçiyordu hikaye.
Bir pir-i faniye inme inmiş, eli-ayağı mefluç, yatalak vaziyette yaşıyor. Hizmetine profesyoneller bakıyor adamcağızın. Fakat adam huzursuz, alıngan, mütemadiyen incinir vaziyette.
Bakımı ile meşgul olanların hijyen takıntısı, eldivensiz kendisine değmeyişleri üzüyor onu. Kişi takatten düşmeyegörsün, en tabii şeyler dahi incitiverir kendisini.
Bakıyor böyle olacak gibi değil bizim mefluç adamcağız; bir şirkete başvuruyor ve diyor ki
Elin adamlarının bana istikrah ederek verdikleri bu profesyonel hizmetten yıldım, usandım. Şimdi en iyisi siz bana beni getirin. Otuzlu yaşlarımdaki ben bu bana gayet iyi bakarım. Hem ne ben benden tiksinirim ne de ben bana gönül koyarım. İnsan her şeyi iki edebilir neticede lakin kendisine şirk koşamaz; kendisini iki etmeyi başaramaz
Her neyse efendim, ihtisar edelim. Nasıl olsa zaman makinası icat edilmiş, şirket aldığı paraya bakar. Bizimkini bulup ikna etmesi de çok zor olmasa gerek. Düşünsenize, bir mesleğiniz olacak, dünya para kazanacaksınız ve mesaiye bir başka yere değil bir başka zamana gideceksiniz. Ne bileyim gittikten 30 saniye sonra dönseniz havadan para düşer gibi bir şey bu sizin için. Ne demişti Marx? Kristalize olmuş emek ve zaman…
Bizimkisi büyük bir hevesle kabul ediyor işi ve bir yandan kalbinde ve zihninde taşıdığı çekincelere zaptolunmamaya çalışarak yola revan oluyor. Karşılaşma sahneleri oldukça ilgimi çekmişti.
Ne bileyim insan kendisine hiç sarılmamıştır ya, bari bu fırsat el geçince bir kerecik sarılıvermek gönlünüzü belki tuhaf, ancak katiyen pişman olmayacağınız hislerle müzeyyen kılar; belki de sizi tarihe geçecek bir hadisenin kahramanı haline getirir.
Sarılmadılar. Bizim kocamış olan civan olana döndü ve uzun bir nutuk irad etti. Yaşamanın güzelliğinden, vaktin kıymetinden, hayatın biricikliğinden bahsetti.
Bu öyle ustalıkla sergilenen bir sahneydi ki, seyirci yaşlı adamın kaygısının tam olarak ne olduğunu hissedebiliyordu: Ölüm korkusuyla çepeçevre kuşatılmış adam, kendisinden daha atik ve gözü kara gençliğinin akıbetle yüzleşmesi akabinde intihar etmesinden korkuyordu.
Uzatmayalım, bütün bir oyunu özetleyecek değilim zira hem bu vurucu sahneler haricindeki pek çok sahneyi hatırlayamıyorum hem de konumuza bir hizmeti yok. Velakin felsefi dili son derece kuvvetli bu oyunun bence en vurucu sahnesini zikredeceğim; zira şu ana kadar yazdığım her satır ancak buna bir zemin hazırlamak için yazılmıştı: Günlerden bir gün genç adam yaşlı kendisine gelir ve der ki
Sanırım plan o kadar da kusursuz değilmiş. Her gün tuvalette en mahrem halimle üzleşen ben, şimdi sen suretindeki benden maalesef tiksiniyorum. Temizliğini yaparken eldiven takmamak çok zor geliyor. Midem seni kaldırmıyor! Çünkü sen artık ben değilsin. aksine benden fersah fersah uzaklaşmış bir başka bünyesin
Kendisi olduğuna emin olduğu adamın kendisinden olduğu muhakkak şeyleri, bizim genç adamı tiksindiriyordu. Yabancılaşmanın, kendine yabancılaşmanın en radikal hali bu olsa gerek. Genç adamın kendisinden çıkmış, Aslında en az o anki ben tanımı kadar kendisine ait olan o kimse, bizimkinin içine sinmiyordu.
Çünkü imkan, kapasite ve emelleri birbiriyle imtizaç eder gibi değildi. Birisi hayatı yaşamaya çabalıyorken diğeri hayatta kalmaya çalışıyordu. Birisi dünyaya meydan okurken diğeri o dünyanın bir sakini kendisine yardımcı olmadıktan sonra yemek yiyemez, ihtiyaç göremez durumdaydı. Birisi hayallerle meşgulken diğeri hatıraları kurcalıyordu… falan filan…
Şimdi biz bu toplumdan, bu toplumun asil efradından bir şekilde türemiş; fakat bir türlü içimize sinmeyen, imtizaç edemediğimiz paralel toplumlarla yan yana yaşıyoruz, bunların içimize en sinmeyecek hallerine şahit oluyoruz ve bu bizi öfkelendiriyor ya; içimize sinmeyen o paralel toplum esasen bizden başkası değildir.
Kültürel, ananevi, manevi değerlerinin idealine en yaklaştığı anlarda bir başka iddia, bir başka hayal ile mücehhez olan biz; içimizden bir katmanın bu değerlerden uzaklaşmakla mefluç hale gelebildiği de biz.
Özellikle gündelik hayatta; kültür, anane ve maneviyatın birbiri içinde bu kadar başarılı bir şekilde çözündüğü, bu değerlerin özel alan kamusal alan demeden hayatın her safhasında insanı kontrol altına aldığı bir başka millet var mıdır bilmiyorum.
Cismimizin ve canımızın ellerinde şekillendiği değerlerden ve tatbikatlardan uzağa düşmek, bizi bizden soğutan şey. Zihnimde tek bir soru var bu cümleden; onu sorup bitireyim: birbirinden tiksinecek kadar birbirine ve bize yabancılaşmış birkaç paralel topluma bölünmüş bizler, bizden ayrışmak namına işlenmiş süfli fiillerin nereye kadar alçaldığını göreceğiz?
Trump’ın yeni dünyası ve Avrupa
Amerikan Başkanı Trump henüz koltuğunda 50. günü tamamlamışken tüm dünyaya yeni bir dünya düzeni dayatıyor.
Dünyaya 20. yüzyılın getirdiği modern bakışın dışında kolonyalizm döneminden kalma bir nazarla bakan Trump, postmodern yeni bir sömürü düzenini oluşturmak ve tahkim etmek istiyor.
Yeraltı ve yerüstü kaynaklarını Amerika’nın çıkarına uygun şekilde paylaşacak ve bu uğurda gerekirse kendisine rakip gördüğü Çin başta olmak üzere Rusya ve Avrupa ile de mücadeleye girmekten kaçınmayacak yeni bir düzen kuruyor. Başarılı olup olamayacağı yakın vadede belli olacak.
Çok uzun uzadıya devam edecek bir süreç değil bu. Böyle bir yola girilecekse ve bu konuda başarılı olabilecek kadar güçlü bir duruş sergileyecekse Amerika, bunun alâmetlerini uzun vadede değil kısa vadede göreceğiz.
Meşrutiyetini Aristoteles’in Politika kitabında vurguladığı bir kabulden alan bu yaklaşım, dünya üzerinde özgür ve efendi milletlerin olabileceğini, buna karşın varlık itibariyle doğuştan köle olan milletlerin de var olması gerektiğini varsaymaktadır.
Efendi milletler, köle milletleri sadece ülkelerinde sömürmekle kalmaz, aynı zamanda buradan devşirdikleri kölelerle kendi toplumsal hayatlarını da yaşanabilir kılarlar.
Aslında hiç de yabancısı olmadığımız bir durum bu. Ancak bunun bir söylem olarak ortaya konması, II. Dünya Savaşı sonrası Amerika’nın dünyaya sunduğu resimle tevil edilir gibi değil. Zira Pax Amerikana, dünya milletlerinin Amerika’ya hegemonyal olarak bağlanması esasından hareket eder.
Yani Amerika bu resimde, içsel olarak herkesin kendisinden gördüğü ve üstünlüğünü kabul ettiği, dünya üzerinde kötülere karşı başarısını temenni ettiği bir özgürlükler ülkesi rolünü oynamalıdır.
Hollywood bu hikâyeyi anlatır, Mcdonaldslaşma herkese Amerikan hayat tarzına yakın bir hayat yaşamayı ideal kılar. Oysa yemin töreninden sonra Trump’ın ortaya koyduğu yeni dünya resmi hiç de böyle bir içsel bağlılığı teklif etmemektedir.
Madem Amerika’nın bir şeye ihtiyacı vardır, siz bunu bir şekilde vermek zorundasınızdır; zira Amerika’ya müteşekkir olmalı, ona olan şükranınızı bir şekilde ortaya koymalısınızdır. Sadece Zelenski’nin başına Beyaz Saray’da gelenlerden dolayı böyle bir çıkarım yapmıyoruz.
Avrupa’ya ve Orta Doğu’ya yönelik ortaya koyduğu arrogant yaklaşım, sürekli bir minnet telkini ve bu minnetin maddi karşılığının talebi, Trump’ı dünyadan tahsil etme niyetinde olduğu faturaları güç kullanmadan, postmodern baskı mekanizmalarıyla elde edeceği yeni bir sürece sokuyor. İşte yakın vadede mümkün olup olmayacağını göreceğimizi öne sürdüğümüz olanak tam olarak budur.
Bu vulgar yaklaşım Suudi Arabistan gibi ülkelerden bir şekilde hemen karşılık gördü. Bu anlaşılmayacak bir şey değil; zira Suudi Arabistan 2030 Vizyonu adını verdiği ve Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın önderliğinde ortaya koyduğu proje ile yeni bir imaj sahibi olmayı hedefliyor.
Projenin temel hedefi, geleneksel Vehhabi devleti uygulamalarından uzak, daha seküler bir devlet pratiği ile şimdiye kadar dünyada yaygınlaşmış olan radikal Selefizmle yan yana görüntüsünü dönüştürmek.
Amerika bu imaj dönüşümü için ilk etapta 600 milyar dolarlık, adını yatırım koyduğu bir haraç talep etti ve bu Suudi Arabistan tarafından kabul gördü. Buna karşın benzer tehditlerin özellikle Avrupa’dan yana kolay kabul edilebileceğini varsaymak oldukça güç.
İkinci Dünya Savaşı sonrası neredeyse tamamen silahsızlandırdığı, tarihten gelen savaşçı özelliklerinden bir şekilde arınmasını sağladığı Avrupa’nın güvenliğini tek başına üstleneceğini beyan eden Amerika; İngiltere ve Fransa haricinde savunma kabiliyeti oldukça kısıtlı olan bu kıtaya şimdilerde savunma tehdidi ile yaklaşıyor.
Trump’ın Putin ile Ukrayna sürecinde ve sonrasında paralel politikalar izleyeceğine yönelik ortaya atılan öngörüler, bu tabloda oldukça mantıklı bir hal alıyor. Rusya tehdidi, savunması zayıf Avrupa ve Avrupa’dan bu müphem tehdit sebebiyle sürekli talepte bulunan Amerika… İlk meyvelerini elde etmesi muhtemel ülkelerden bir takım kazanımlar elde etti Trump.
Tüm bunların başında Polonya geliyor. Tarihsel olarak Rus tehdidini sürekli ensesinde hissetmiş olan bu halk, NATO şemsiyesinin kendisine fayda sağlamayamayacağını gördüğü anda farklı arayışlara giriyor.
İşte tam bu noktada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Avrupa Birliği'ne yönelik çağrıları daha da anlam kazanıyor. Türkiye ile sadece kendi çıkarlarına olacak bir savunma işbirliğini öneren Avrupa, Erdoğan’ın siyaset tarzının asla kabul etmeyeceği bir öneriyle karşısına çıkıyor.
Şüphesiz bu yaklaşımın en önemli sebebi, kendisini Aristo’nun “efendi milletler” sınıfında gören Avrupalı devletlerin, bir başka rolü kabul etmeyecek oluşu yatıyor.
Öte yandan bir değerler birliği olan AB’nin bu yeni paradigmada anlam kaybına uğrayacağını söylemek son derece mümkün. Çatışmasızlık ve potansiyelin mümkün mertebe paylaşılması esas ile kurulan birlik son derece idealist bir karaktere sahip. Oysa Trump’ın önerdiği yeni dünya böyle bir idealizmi açık şekilde reddediyor.
Mesele Grönland, Kanada ve Panama ekseninde konuşuladursun, Trump’ın yeni dünya dayatmasına karşı en büyük direnç öyle görülüyor ki Avrupa’dan yükselecek. Amerikan başkanının bu tehdit mekanizmasının işe yarayıp yaramayacağını bize Avrupa gösterecek.
Devamını Oku
14 Mart 2025 Cuma - 06:08
Dehrin nehrinde birkaç söz
Her biri birbirinden farklı nice vazifemiz, derdimiz, mutluluk vesilemiz var ve bizler bunlarla nasıl muhatap olacağımızı kestirmek noktasında zorluk çekiyoruz. Kendi yolunu bulmak hususunda mütehayyir kalan herkes kendince bir yol tutturuyor. Kimsenin yolunu yordamını sorgulamak haddim değil; vardır herkesin bir bildiği.
Ben kendimce kendime bir yol tutturdum, büyüklere soruyorum. Bu yazıyı yazmadan evvel azıcık bekleyeyim dedim; velinimetimi, büyüğüm-hocamı bir ziyaret edeyim bakalım o neler diyecek, ona göre yazayım.
Daha evvel onlarca kere başıma geldiği üzere, tam da aklımı meşgul eden meseleyle alakalı olarak bir şeyler söyledi hocam. Bir süredir durup düşünüyordum, bu zorluklara, bu üzüntü ve mutluluk vesilelerine karşı tutumumuzu nasıl belirlemeliyiz diye.
Hocam hazretleri “Allah hiç kimseyi örneksiz imtihanlarla sınamıyor. Bütün imtihanların bir örneği bundan evvel yaşandı. Farklı çaplarda, farklı ölçülerde. Ahmet gitti yerine kimi zaman Mehmet geldi kimi zaman George ama imtihanlar hep belli şablonda gerçekleşti. Amerika yeniden keşfetmenin alemi yok, bizden evvelki büyükler bu imtihanlar karşısında nasıl bir tutum sergilediyse buradan misal bulmamız gerekir” buyurdu.
Şimdi dönüyorum ve bakıyorum, en büyük talihim bizden evvelkilerin misallerini bizlere masal sadeliğinde anlatan büyüklere denk gelmekmiş. Yoruma açık, kimi şartlara göre başka şekilde tezahür etmiş fakat içinde hep aynı cevheri barındıran tutum ve davranışları bize örnek olarak anlatan büyüklere denk geldik.
Rahmetli Ahmet abimiz, Trabzon’daki köyüne ziyarete gider ve döndükten sonra bize hep aynı şeyi söylerdi: “Bu yıl da bir saf ilerledik. Eskiden gençlik ve caminin arka saflarında olurduk. sonra yaşımız ilerledi orta saflara geldik. En ihtiyarlar en ön safta durur camide. Bu yıl bir de baktım ki ben en ön safta namaz kılıyorum.” sürekli dinleyen ve not alan adamken kendimi arada sırada anlatmak durumunda olan kimse pozisyonunda gördükçe irkiliyorum ve benden evvelkilerin nasıl bir mesuliyeti taşıdıklarını hissediyorum.
Eskilerden müdevver, evvelden kalma, eski ama eskimemiş, organik bir takım hikayeler kulağımızda temsiller ortaya koyuyor. Bazen şuurlu bazen şu bir izleyici olarak bu temsilleri takip ediyorum ve fark ediyorum: Bunları dinlememiş olanların bir kısmının nasibi belki de bizim dudağımızdan bunları dinlemektir.
Tam bunları not alırken Zeki Çalışkan abimizin elinden bir resme tesadüf ettim. Bir kalıp sabunun üstüne “Devamul hâl minel Muhâl” yazmışlar. Bir halin devamı muhaldir, yani imkansızdır” demek. Üstelik bunu sabunun üstüne yazmış hattat. Elini yıkamada gör; mümkün değil. Elini yıka da gör, o yazı durur mu acaba orada? El yıkanacak, yazılar silinecek, hafızamızda bir yerlerde o hat nakşolacak. “ve tilkel eyyamu nudaviluha beynen nas” diyen Allah dehri bizim etrafımızda ve bizi devrin içinde döndürüp duracak. Dünün torunu bugünün dedesi olacak, bazen çocuklar kocayacak, bazen koca yananlar çocuklaşacak.
İşte bu bir yerlerde bizlere de bir şeyler söyle diyor. Bilmem doğru mu söylüyorum yanlış mı söylüyorum? Fakat şunu biliyorum, duyduklarımın ve gördüklerimin bir kısmını aktarmaya çalışıyorum. Tam olarak zihnimde bu vardı bu sabah, ve öğlen ezan okunurken hocam dedi ki “o eskilerin sohbetlerinden bazen şuurlu bazen şuursuz hep bir şeyler anlamışım; fakat en önemlisi o bahislere ve bahsedilenlere muhabbet etmişim. Hafızam çok güçlü ve vazifem bunları sonrakilere aktarmak.”
Yukarıda zikretti ya, bilmem kaçıncı defadır zihnimdeki bir tereddüdü yahut bir tespiti tasdik eder yahut yanlışlığına ortaya koyar mahiyette bir şeyler sağır oldu hocamdan.
İşte ben de bundan dolayı bir şeyler söylüyorum ve bu tereddütten dolayı yazdığım çoğu şeyi yayınlayamıyorum. O da bir mesuliyet ve bazı şeyler söylenmesi gerektiği gibi söylenmediğinde keşke hiç söylenmemiş olsaydı dedirtecek kadar hassas.
Haydi bugün ben de sizlerle öylece dertleşmiş olayım ve bu adam ne diye bir şeyler söylüyor sorusunun bendeki cevabını şöyle kenara iliştirmiş olayım.
Vesselam
Devamını Oku
12 Şubat 2025 Çarşamba - 10:59
İkinci yılında deprem bölgesi
Büyük depremin ikinci yıldönümünde deprem bölgesindeyiz. Adıyaman, Kahramanmaraş ve Hatay’ı kapsayan üç günlük ziyaretimiz, bizlere bölgeyi ve bölgede yürütülen çalışmaları bir kez daha yakından gözlemleme imkânı sundu. Şimdiye kadar 10.364.855.502 TL acil yardım ödemesi yapılan bölgede hal sahibi olunan toplam konut sayısı 36.316. Ayrıca 37.896 konteynerde 125.212 kişinin ikamet etmesi sağlanmış. Ancak bölgenin unutulmaması elzem.
Deprem bölgesini deprem öncesinde, deprem günlerinde ve sonraki süreçte sürekli ziyaret etmiş bir kimse olarak birkaç önemli hususu vurgulamak isterim.
Büyük bir şantiyeyi andıran şehirler hummalı bir çalışmanın merkezi halinde. Büyük oranda kamu kaynakları kullanılarak gerçekleştirilen ihya ve inşaa faaliyetleri öncelikle konteynır kentlerde yaşamını sürdüren vatandaşlarımızın bir an evvel kalıcı konutlara geçmesini amaçlıyor. Buna mukabil şehirlerin çarşısının canlandırılması ve esnafın tezgahının işler hale getirilmesine yönelik de yoğun bir çalışma göze çarpıyor.
Yapı stoğu bakımından oldukça sıkıntılı durumda olan bu şehirlerin çehresi istenmeyen bir vesileyle olsa da değişiyor. Bu değişiklik özellikle Kahramanmaraş’ta şehrin manzarasında gözle görülür bir dönüşüm yaşanmasına sebebiyet verdi. Dar sokaklar, estetiksiz ve zayıf yapılar şehir manzarasında hala dikkat çekiyor. Buna karşın özellikle Onikişubat ilçesinde, Dulkadiroglu’nda ve çevre ilçelerde TOKİ eliyle yürütülen çalışmaların yeni bir Kahramanmaraş meydana getirdiğini söylemek mümkün.
Eski mahallelerin bir kısmı yerlerini modern sitelere terk ediyor. Bütün altyapı gereksinimleri düşünülmüş, özel hayat ihtiyaçları şehrin sosyolojisi göz önünde bulundurularak karşılanmaya çalışılmış, kamusal alan modern şehir hayatının gerekliliklerine göre tanzim edilmiş durumda. Elbette bu dönüşüm şehir hayatının pratiklerini de dönüştürecek. Bundan sonrası asla bundan öncesine benzemeyecek.
Bir başka hayat, başka komşuluk ilişkileri, başka türlü sosyal ilişkiler şekillenecek. Özellikle Azerbaycan-TOKİ işbirliğiyle imar edilen Azerbaycan Mahallesi’nde göze çarpan bir durum bu. Grotesk bir manzara… sağında, solunda, yukarısında Maraş’ın dününe ait yapıların yer aldığı Azerbaycan mahallesi, Maraş’ın yarına ait bir manzara sunuyor.
Bu şehirlerin en önemli özelliği, munis, anlayışlı, mütevekkil insanların yurdu olmasıdır. Genel anlamda bir şikayet göze çarpmıyor; fakat her dokunduğunuzdan bir başka hikaye ve dert işitiyorsunuz. Çok doğal, çok normal. İnsanlar, kendi tanzim edemedikleri bir hayata intibak etmek durumunda hissediyor kendilerini.
Hatay gibi tarihi eserlerin yoğunlukta olduğu bir şehir başta olmak üzere şehir merkezlerindeki en büyük mesele, tarihi eserlerin o hassasiyetle restore edilmesi meselesi. Adıyaman Ulu Camii’nin taşları tek tek sökülerek numaralandırılıyor, yeniden imar edilme sürecinde aslına uygun şekilde kullanılmak üzere tasnif ediliyor.
Kahramanmaraş Çarşısı’ndaki tarihi mekanlar içinde aynı hassasiyet söz konusu. Hatay Valisi Mustafa Masatlı, bu durumu izah ederken “ tarihi eserlerin restorasyonunda arkeolog hassasiyetiyle çalışmaya gayret ettiklerinin altını çiziyor”.
Hatay’da tarihi valilik binasının çökmesi akabinde, vali bey hala AFAD Merkezi’ndeki mütevazi odasında faaliyet yürütüyor. Hatay valiliği şu anda Türkiye’de Makam Konutu, Makam Aracı, Valilik Personeli olmayan tek valilik olarak hizmet yürütüyor. Bu durum ve seyahat boyunca sohbet ettiğimiz kamu görevlilerinden edindiğimiz intiba bir hususu açıkça ortaya koyuyor: ahalinin deprem psikolojisi can shane yürütülen bütün çalışmalara rağmen aynı şekilde devam ederken, rehabilitasyonla uğraşan kamu görevlilerinin arama kurtarma günlerindeki hizmet motivasyonu da aynen devam ediyor.
Hamasi bir tespit değil bu. Bölgeye gelen, polisinden AFAD yetkilisine, doktorundan öğretmenine kadar hangi kamu görevlisi ile sohbet etseniz, mücadele etmek durumunda olduğu zor şartlara yok muamelesi yapmalarını sağlayan şeyin hizmet etmek motivasyonu olduğunu görüyorsunuz. Geçen yıl yine bu zamanlarda bölgeyi ziyaret ettiğimizde bizden tek bir ricada bulunmuştu: aman ne olur bölgeyi unutmayın, unutturmayın!
Görülen olay gündelik siyasetin yoğunluğu, ulusal ve uluslararası gündemin sürekli değişkenliği, Fenerbahçe-Galatasaray gerginliği vs. derken biz bu ricalın gereklerini yerine getirmek noktasında başarılı olamamışız. Deprem bölgesi uzun süredir olması gerektiği kadar gündemimizde değil. Belki bazen bir misal olarak zikre ediyoruz fakat bölgenin asıl mücadelesinin enkaz kaldırdıktan sonra başladığını unutuyoruz.
Sürekli vurgulanması, gündemde tutulması, hakkındaki hassasiyetin muhafaza edilmesi gereken bir yer deprem bölgesi. Her geçen gün daha fazla hak sahibinin kalıcı konutlara yerleştiği haberini verirken, yüz binilerin hala konteyner kentlerde yaşadığı hakikatini hatırlamamız gerekiyor.
Delik o kadar büyük ki, iki yıldır dikilen yama deliğin büyük bir kısmını hala örtemiyor. Bu durumu anlamak için bölgeye gelmek, sahayı gözlemlemek, buranın ahalisiyle sohbet etmek zaruri. İnşa ve ihya faaliyetlerinin yoğunluğu ve sürati göğsümüzü kabartırken, bölgeyi sürekli gündem etmiyoruz oluşumuz yüzümüzü kızartıyor. Bunun harici istatistik ve teknik detaydır. Üç günlük deprem bölgesi yolculuğunun en önemli neticesi benim için budur.
Devamını Oku
05 Şubat 2025 Çarşamba - 11:24
Bu işlere kim bakıyor?
Az ötedeki otelin üzerinde dumanlar tüterken “tatilim heba olmasın” diye kaymaya devam eden insanları izliyor, bir yandan da Bolu Belediye Başkanı’nın “suçlu ben değilim AKP” belediyesi terbiyesizliğini dinliyordum.
Ölenlerin yakınları bir yanda, yaralıların aileleri diğer yanda umutsuzca bir şeyleri beklerken işi gücü bırakıp “aman bana ilişmeyin” havalarına girişi tahammül edilir gibi değildi. Bana dokunmayın! He bir de itfaiye müdürü yaptığım dayıoğlum var, iyi çocuktur; ona da dokunmayın!
Çok değil on gün evvel bir yayında göğsünü gere gere “hakkım ve yetkim olmadığı halde Suriyelileri hayatı zorlaştırmak için şöyle yaptım böyle yaptım” diye öbürlerine öbürlerini anlatışı hepimizin hatırında. “Mahkemeye gitselerdi kazanırlardı, böyle bir yetkim yoktu” diye caka satmıştı. Dün ilginç bir pişkinlikle “böyle bir sorumluluğum yok” deyişini görünce yetki ve sorumluluk kavramlarının işine geldiği anlarda hatırlanabildiğini gördük. Yetkim yok sorumluluğumda değil!
Televizyon programlarında boy göstererek, nobran nobran, tahammül edilmesi namümkün bir üsttencilikle konuşmak sorumluluk sahasının temelini oluşturuyor muhtemelen. He bir de nepotizm var. Nasıl olsa yetkim var diyerek dayıoğlunu itfaiyeye müdür yapmış. Yetkilerini sonuna kadar kullanabiliyor.
Yangından 19 gün evvel aynı otelin restoranına yangın yeterlilik belgesi vermiş Bolu Belediyesi itfaiyesi. Sanırım bu esnada yangın söndürme tertibatını, alarm sistemlerini ve yangın merdivenlerini de görmüşlerdir.
Yangın otelin restoranında çıktı, belediye 19 gün evvel otelin restoranına olur belgesi verdi. Vefat eden canların niye kabahati korkarım otelin sahibinin Suriyeli olmamasıydı. Suriyeli olsa yetkim var yok demez dünyayı ona dar ederdi.
Hadise’nin birinci dereceden mesulü belli. Peki teselsül eden şeyleri konuşmayacak mıyız? Bir süre öncesine kadar daha alçak katlı bir otelken bir şekilde daha da büyümüş yükselmiş. Burada kalanların şehadeti fiyat listesine bakmamamız gerektiği yönünde. Oldukça köhne bir otel deniyor.
İşte sorun da burada başlıyor. Üç kuruşluk malı 33 liraya satmaktan utanmayan adamlar sermaye sahibi olarak kendi ahlak yasalarını işletiyorlar. Devlet dediğin tam olarak burada işimize yarıyor. Velisi olmayan garibanı bu insafsızın insafını terk etmeyen kuruma devlet deniyor. Hadi o öyle, Bolu Belediye başkanı bir başka şekil.
Bütün bunlar tamam da; bizi bunların insafına terk etmeyecek olan devletin hangi kurumudur buna cevap bulamıyoruz iki gündür. Turizim Bakanımız Ersoy turizm gelirlerini rekor seviyeye çıkarmakla övünüyor; haklı. Deprem sonrası Malatya’da harika şeyler yaptı; gururlu.
Bütün bunlar turizm sektörünün ekonomik olanaklarıyla gerçekleştirildi; hakikat. Velakin Kültür Bakanlığı’nı neredeyse hiç konuşmadığımız, sürekli turizm vurgusu yaptığımız sayın Ersoy’un, memlekette o işi en iyi bilen olduğu bir sahada böyle bir şey yaşandığında bize söyleyecek birkaç teselli kelimesi olması gerekirdi. Çok şey mi bekliyorum? Bilemedim.
Tanju Özcan’ın çiğ tutumu ile elbette mukayese etmiyoruz Turizm Bakanı'nın tutumunu, Ersoy’un dayıoğlu da hiçbir şey olmuş değil. Velakin bu işlerin olamayacağı bir düzende vatandaşların emn-ü emân içinde tatil yapabileceği ve burunları kanadığı taktirde bunun hesabının sorulacağı bir düzeni biz kimden talep edeceğiz? Bu soruya cevap bulamadım iki gündür. Ben de herkes gibi öfkeyle, özellikle muhalif kanallarda yürütülen “vallahi sorumlu biz değiliz onlar” terbiyesizliğini izliyorum.
Antalya’da, teleferikte en olmaması gereken şey olduğunda ve dünyanın en güvenli ulaşım aracı olan teleferikte insanlar can verdiğinde de aynı pişkin tutumu görmüştük. Onun sorumluluk sahası, benim değil. Artık sıkıldık. Sorum, talebim açık: Bu işlere kim bakıyor? Umarım Tanju Özcan’ın dayısının oğlu değildir!
Devamını Oku
22 Ocak 2025 Çarşamba - 13:37
Trump’ın yeni dünyası ve Avrupa
Amerikan Başkanı Trump henüz koltuğunda 50. günü tamamlamışken tüm dünyaya yeni bir dünya düzeni dayatıyor.
Dünyaya 20. yüzyılın getirdiği modern bakışın dışında kolonyalizm döneminden kalma bir nazarla bakan Trump, postmodern yeni bir sömürü düzenini oluşturmak ve tahkim etmek istiyor.
Yeraltı ve yerüstü kaynaklarını Amerika’nın çıkarına uygun şekilde paylaşacak ve bu uğurda gerekirse kendisine rakip gördüğü Çin başta olmak üzere Rusya ve Avrupa ile de mücadeleye girmekten kaçınmayacak yeni bir düzen kuruyor. Başarılı olup olamayacağı yakın vadede belli olacak.
Çok uzun uzadıya devam edecek bir süreç değil bu. Böyle bir yola girilecekse ve bu konuda başarılı olabilecek kadar güçlü bir duruş sergileyecekse Amerika, bunun alâmetlerini uzun vadede değil kısa vadede göreceğiz.
Meşrutiyetini Aristoteles’in Politika kitabında vurguladığı bir kabulden alan bu yaklaşım, dünya üzerinde özgür ve efendi milletlerin olabileceğini, buna karşın varlık itibariyle doğuştan köle olan milletlerin de var olması gerektiğini varsaymaktadır.
Efendi milletler, köle milletleri sadece ülkelerinde sömürmekle kalmaz, aynı zamanda buradan devşirdikleri kölelerle kendi toplumsal hayatlarını da yaşanabilir kılarlar.
Aslında hiç de yabancısı olmadığımız bir durum bu. Ancak bunun bir söylem olarak ortaya konması, II. Dünya Savaşı sonrası Amerika’nın dünyaya sunduğu resimle tevil edilir gibi değil. Zira Pax Amerikana, dünya milletlerinin Amerika’ya hegemonyal olarak bağlanması esasından hareket eder.
Yani Amerika bu resimde, içsel olarak herkesin kendisinden gördüğü ve üstünlüğünü kabul ettiği, dünya üzerinde kötülere karşı başarısını temenni ettiği bir özgürlükler ülkesi rolünü oynamalıdır.
Hollywood bu hikâyeyi anlatır, Mcdonaldslaşma herkese Amerikan hayat tarzına yakın bir hayat yaşamayı ideal kılar. Oysa yemin töreninden sonra Trump’ın ortaya koyduğu yeni dünya resmi hiç de böyle bir içsel bağlılığı teklif etmemektedir.
Madem Amerika’nın bir şeye ihtiyacı vardır, siz bunu bir şekilde vermek zorundasınızdır; zira Amerika’ya müteşekkir olmalı, ona olan şükranınızı bir şekilde ortaya koymalısınızdır. Sadece Zelenski’nin başına Beyaz Saray’da gelenlerden dolayı böyle bir çıkarım yapmıyoruz.
Avrupa’ya ve Orta Doğu’ya yönelik ortaya koyduğu arrogant yaklaşım, sürekli bir minnet telkini ve bu minnetin maddi karşılığının talebi, Trump’ı dünyadan tahsil etme niyetinde olduğu faturaları güç kullanmadan, postmodern baskı mekanizmalarıyla elde edeceği yeni bir sürece sokuyor. İşte yakın vadede mümkün olup olmayacağını göreceğimizi öne sürdüğümüz olanak tam olarak budur.
Bu vulgar yaklaşım Suudi Arabistan gibi ülkelerden bir şekilde hemen karşılık gördü. Bu anlaşılmayacak bir şey değil; zira Suudi Arabistan 2030 Vizyonu adını verdiği ve Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın önderliğinde ortaya koyduğu proje ile yeni bir imaj sahibi olmayı hedefliyor.
Projenin temel hedefi, geleneksel Vehhabi devleti uygulamalarından uzak, daha seküler bir devlet pratiği ile şimdiye kadar dünyada yaygınlaşmış olan radikal Selefizmle yan yana görüntüsünü dönüştürmek.
Amerika bu imaj dönüşümü için ilk etapta 600 milyar dolarlık, adını yatırım koyduğu bir haraç talep etti ve bu Suudi Arabistan tarafından kabul gördü. Buna karşın benzer tehditlerin özellikle Avrupa’dan yana kolay kabul edilebileceğini varsaymak oldukça güç.
İkinci Dünya Savaşı sonrası neredeyse tamamen silahsızlandırdığı, tarihten gelen savaşçı özelliklerinden bir şekilde arınmasını sağladığı Avrupa’nın güvenliğini tek başına üstleneceğini beyan eden Amerika; İngiltere ve Fransa haricinde savunma kabiliyeti oldukça kısıtlı olan bu kıtaya şimdilerde savunma tehdidi ile yaklaşıyor.
Trump’ın Putin ile Ukrayna sürecinde ve sonrasında paralel politikalar izleyeceğine yönelik ortaya atılan öngörüler, bu tabloda oldukça mantıklı bir hal alıyor. Rusya tehdidi, savunması zayıf Avrupa ve Avrupa’dan bu müphem tehdit sebebiyle sürekli talepte bulunan Amerika… İlk meyvelerini elde etmesi muhtemel ülkelerden bir takım kazanımlar elde etti Trump.
Tüm bunların başında Polonya geliyor. Tarihsel olarak Rus tehdidini sürekli ensesinde hissetmiş olan bu halk, NATO şemsiyesinin kendisine fayda sağlamayamayacağını gördüğü anda farklı arayışlara giriyor.
İşte tam bu noktada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Avrupa Birliği'ne yönelik çağrıları daha da anlam kazanıyor. Türkiye ile sadece kendi çıkarlarına olacak bir savunma işbirliğini öneren Avrupa, Erdoğan’ın siyaset tarzının asla kabul etmeyeceği bir öneriyle karşısına çıkıyor.
Şüphesiz bu yaklaşımın en önemli sebebi, kendisini Aristo’nun “efendi milletler” sınıfında gören Avrupalı devletlerin, bir başka rolü kabul etmeyecek oluşu yatıyor.
Öte yandan bir değerler birliği olan AB’nin bu yeni paradigmada anlam kaybına uğrayacağını söylemek son derece mümkün. Çatışmasızlık ve potansiyelin mümkün mertebe paylaşılması esas ile kurulan birlik son derece idealist bir karaktere sahip. Oysa Trump’ın önerdiği yeni dünya böyle bir idealizmi açık şekilde reddediyor.
Mesele Grönland, Kanada ve Panama ekseninde konuşuladursun, Trump’ın yeni dünya dayatmasına karşı en büyük direnç öyle görülüyor ki Avrupa’dan yükselecek. Amerikan başkanının bu tehdit mekanizmasının işe yarayıp yaramayacağını bize Avrupa gösterecek.
Devamını Oku
14 Mart 2025 Cuma - 06:08
Dehrin nehrinde birkaç söz
Her biri birbirinden farklı nice vazifemiz, derdimiz, mutluluk vesilemiz var ve bizler bunlarla nasıl muhatap olacağımızı kestirmek noktasında zorluk çekiyoruz. Kendi yolunu bulmak hususunda mütehayyir kalan herkes kendince bir yol tutturuyor. Kimsenin yolunu yordamını sorgulamak haddim değil; vardır herkesin bir bildiği.
Ben kendimce kendime bir yol tutturdum, büyüklere soruyorum. Bu yazıyı yazmadan evvel azıcık bekleyeyim dedim; velinimetimi, büyüğüm-hocamı bir ziyaret edeyim bakalım o neler diyecek, ona göre yazayım.
Daha evvel onlarca kere başıma geldiği üzere, tam da aklımı meşgul eden meseleyle alakalı olarak bir şeyler söyledi hocam. Bir süredir durup düşünüyordum, bu zorluklara, bu üzüntü ve mutluluk vesilelerine karşı tutumumuzu nasıl belirlemeliyiz diye.
Hocam hazretleri “Allah hiç kimseyi örneksiz imtihanlarla sınamıyor. Bütün imtihanların bir örneği bundan evvel yaşandı. Farklı çaplarda, farklı ölçülerde. Ahmet gitti yerine kimi zaman Mehmet geldi kimi zaman George ama imtihanlar hep belli şablonda gerçekleşti. Amerika yeniden keşfetmenin alemi yok, bizden evvelki büyükler bu imtihanlar karşısında nasıl bir tutum sergilediyse buradan misal bulmamız gerekir” buyurdu.
Şimdi dönüyorum ve bakıyorum, en büyük talihim bizden evvelkilerin misallerini bizlere masal sadeliğinde anlatan büyüklere denk gelmekmiş. Yoruma açık, kimi şartlara göre başka şekilde tezahür etmiş fakat içinde hep aynı cevheri barındıran tutum ve davranışları bize örnek olarak anlatan büyüklere denk geldik.
Rahmetli Ahmet abimiz, Trabzon’daki köyüne ziyarete gider ve döndükten sonra bize hep aynı şeyi söylerdi: “Bu yıl da bir saf ilerledik. Eskiden gençlik ve caminin arka saflarında olurduk. sonra yaşımız ilerledi orta saflara geldik. En ihtiyarlar en ön safta durur camide. Bu yıl bir de baktım ki ben en ön safta namaz kılıyorum.” sürekli dinleyen ve not alan adamken kendimi arada sırada anlatmak durumunda olan kimse pozisyonunda gördükçe irkiliyorum ve benden evvelkilerin nasıl bir mesuliyeti taşıdıklarını hissediyorum.
Eskilerden müdevver, evvelden kalma, eski ama eskimemiş, organik bir takım hikayeler kulağımızda temsiller ortaya koyuyor. Bazen şuurlu bazen şu bir izleyici olarak bu temsilleri takip ediyorum ve fark ediyorum: Bunları dinlememiş olanların bir kısmının nasibi belki de bizim dudağımızdan bunları dinlemektir.
Tam bunları not alırken Zeki Çalışkan abimizin elinden bir resme tesadüf ettim. Bir kalıp sabunun üstüne “Devamul hâl minel Muhâl” yazmışlar. Bir halin devamı muhaldir, yani imkansızdır” demek. Üstelik bunu sabunun üstüne yazmış hattat. Elini yıkamada gör; mümkün değil. Elini yıka da gör, o yazı durur mu acaba orada? El yıkanacak, yazılar silinecek, hafızamızda bir yerlerde o hat nakşolacak. “ve tilkel eyyamu nudaviluha beynen nas” diyen Allah dehri bizim etrafımızda ve bizi devrin içinde döndürüp duracak. Dünün torunu bugünün dedesi olacak, bazen çocuklar kocayacak, bazen koca yananlar çocuklaşacak.
İşte bu bir yerlerde bizlere de bir şeyler söyle diyor. Bilmem doğru mu söylüyorum yanlış mı söylüyorum? Fakat şunu biliyorum, duyduklarımın ve gördüklerimin bir kısmını aktarmaya çalışıyorum. Tam olarak zihnimde bu vardı bu sabah, ve öğlen ezan okunurken hocam dedi ki “o eskilerin sohbetlerinden bazen şuurlu bazen şuursuz hep bir şeyler anlamışım; fakat en önemlisi o bahislere ve bahsedilenlere muhabbet etmişim. Hafızam çok güçlü ve vazifem bunları sonrakilere aktarmak.”
Yukarıda zikretti ya, bilmem kaçıncı defadır zihnimdeki bir tereddüdü yahut bir tespiti tasdik eder yahut yanlışlığına ortaya koyar mahiyette bir şeyler sağır oldu hocamdan.
İşte ben de bundan dolayı bir şeyler söylüyorum ve bu tereddütten dolayı yazdığım çoğu şeyi yayınlayamıyorum. O da bir mesuliyet ve bazı şeyler söylenmesi gerektiği gibi söylenmediğinde keşke hiç söylenmemiş olsaydı dedirtecek kadar hassas.
Haydi bugün ben de sizlerle öylece dertleşmiş olayım ve bu adam ne diye bir şeyler söylüyor sorusunun bendeki cevabını şöyle kenara iliştirmiş olayım.
Vesselam
Devamını Oku
12 Şubat 2025 Çarşamba - 10:59
İkinci yılında deprem bölgesi
Büyük depremin ikinci yıldönümünde deprem bölgesindeyiz. Adıyaman, Kahramanmaraş ve Hatay’ı kapsayan üç günlük ziyaretimiz, bizlere bölgeyi ve bölgede yürütülen çalışmaları bir kez daha yakından gözlemleme imkânı sundu. Şimdiye kadar 10.364.855.502 TL acil yardım ödemesi yapılan bölgede hal sahibi olunan toplam konut sayısı 36.316. Ayrıca 37.896 konteynerde 125.212 kişinin ikamet etmesi sağlanmış. Ancak bölgenin unutulmaması elzem.
Deprem bölgesini deprem öncesinde, deprem günlerinde ve sonraki süreçte sürekli ziyaret etmiş bir kimse olarak birkaç önemli hususu vurgulamak isterim.
Büyük bir şantiyeyi andıran şehirler hummalı bir çalışmanın merkezi halinde. Büyük oranda kamu kaynakları kullanılarak gerçekleştirilen ihya ve inşaa faaliyetleri öncelikle konteynır kentlerde yaşamını sürdüren vatandaşlarımızın bir an evvel kalıcı konutlara geçmesini amaçlıyor. Buna mukabil şehirlerin çarşısının canlandırılması ve esnafın tezgahının işler hale getirilmesine yönelik de yoğun bir çalışma göze çarpıyor.
Yapı stoğu bakımından oldukça sıkıntılı durumda olan bu şehirlerin çehresi istenmeyen bir vesileyle olsa da değişiyor. Bu değişiklik özellikle Kahramanmaraş’ta şehrin manzarasında gözle görülür bir dönüşüm yaşanmasına sebebiyet verdi. Dar sokaklar, estetiksiz ve zayıf yapılar şehir manzarasında hala dikkat çekiyor. Buna karşın özellikle Onikişubat ilçesinde, Dulkadiroglu’nda ve çevre ilçelerde TOKİ eliyle yürütülen çalışmaların yeni bir Kahramanmaraş meydana getirdiğini söylemek mümkün.
Eski mahallelerin bir kısmı yerlerini modern sitelere terk ediyor. Bütün altyapı gereksinimleri düşünülmüş, özel hayat ihtiyaçları şehrin sosyolojisi göz önünde bulundurularak karşılanmaya çalışılmış, kamusal alan modern şehir hayatının gerekliliklerine göre tanzim edilmiş durumda. Elbette bu dönüşüm şehir hayatının pratiklerini de dönüştürecek. Bundan sonrası asla bundan öncesine benzemeyecek.
Bir başka hayat, başka komşuluk ilişkileri, başka türlü sosyal ilişkiler şekillenecek. Özellikle Azerbaycan-TOKİ işbirliğiyle imar edilen Azerbaycan Mahallesi’nde göze çarpan bir durum bu. Grotesk bir manzara… sağında, solunda, yukarısında Maraş’ın dününe ait yapıların yer aldığı Azerbaycan mahallesi, Maraş’ın yarına ait bir manzara sunuyor.
Bu şehirlerin en önemli özelliği, munis, anlayışlı, mütevekkil insanların yurdu olmasıdır. Genel anlamda bir şikayet göze çarpmıyor; fakat her dokunduğunuzdan bir başka hikaye ve dert işitiyorsunuz. Çok doğal, çok normal. İnsanlar, kendi tanzim edemedikleri bir hayata intibak etmek durumunda hissediyor kendilerini.
Hatay gibi tarihi eserlerin yoğunlukta olduğu bir şehir başta olmak üzere şehir merkezlerindeki en büyük mesele, tarihi eserlerin o hassasiyetle restore edilmesi meselesi. Adıyaman Ulu Camii’nin taşları tek tek sökülerek numaralandırılıyor, yeniden imar edilme sürecinde aslına uygun şekilde kullanılmak üzere tasnif ediliyor.
Kahramanmaraş Çarşısı’ndaki tarihi mekanlar içinde aynı hassasiyet söz konusu. Hatay Valisi Mustafa Masatlı, bu durumu izah ederken “ tarihi eserlerin restorasyonunda arkeolog hassasiyetiyle çalışmaya gayret ettiklerinin altını çiziyor”.
Hatay’da tarihi valilik binasının çökmesi akabinde, vali bey hala AFAD Merkezi’ndeki mütevazi odasında faaliyet yürütüyor. Hatay valiliği şu anda Türkiye’de Makam Konutu, Makam Aracı, Valilik Personeli olmayan tek valilik olarak hizmet yürütüyor. Bu durum ve seyahat boyunca sohbet ettiğimiz kamu görevlilerinden edindiğimiz intiba bir hususu açıkça ortaya koyuyor: ahalinin deprem psikolojisi can shane yürütülen bütün çalışmalara rağmen aynı şekilde devam ederken, rehabilitasyonla uğraşan kamu görevlilerinin arama kurtarma günlerindeki hizmet motivasyonu da aynen devam ediyor.
Hamasi bir tespit değil bu. Bölgeye gelen, polisinden AFAD yetkilisine, doktorundan öğretmenine kadar hangi kamu görevlisi ile sohbet etseniz, mücadele etmek durumunda olduğu zor şartlara yok muamelesi yapmalarını sağlayan şeyin hizmet etmek motivasyonu olduğunu görüyorsunuz. Geçen yıl yine bu zamanlarda bölgeyi ziyaret ettiğimizde bizden tek bir ricada bulunmuştu: aman ne olur bölgeyi unutmayın, unutturmayın!
Görülen olay gündelik siyasetin yoğunluğu, ulusal ve uluslararası gündemin sürekli değişkenliği, Fenerbahçe-Galatasaray gerginliği vs. derken biz bu ricalın gereklerini yerine getirmek noktasında başarılı olamamışız. Deprem bölgesi uzun süredir olması gerektiği kadar gündemimizde değil. Belki bazen bir misal olarak zikre ediyoruz fakat bölgenin asıl mücadelesinin enkaz kaldırdıktan sonra başladığını unutuyoruz.
Sürekli vurgulanması, gündemde tutulması, hakkındaki hassasiyetin muhafaza edilmesi gereken bir yer deprem bölgesi. Her geçen gün daha fazla hak sahibinin kalıcı konutlara yerleştiği haberini verirken, yüz binilerin hala konteyner kentlerde yaşadığı hakikatini hatırlamamız gerekiyor.
Delik o kadar büyük ki, iki yıldır dikilen yama deliğin büyük bir kısmını hala örtemiyor. Bu durumu anlamak için bölgeye gelmek, sahayı gözlemlemek, buranın ahalisiyle sohbet etmek zaruri. İnşa ve ihya faaliyetlerinin yoğunluğu ve sürati göğsümüzü kabartırken, bölgeyi sürekli gündem etmiyoruz oluşumuz yüzümüzü kızartıyor. Bunun harici istatistik ve teknik detaydır. Üç günlük deprem bölgesi yolculuğunun en önemli neticesi benim için budur.
Devamını Oku
05 Şubat 2025 Çarşamba - 11:24

Şampiyonluk taktiği gerçekten bu mu?

Tolere edilen kötülük ve suça dönüşen hoşgörü

Trump’ın yeni dünyası ve Avrupa

Avrupa’da F-35 paniği ve Kill Switch

Dünyada “Jeopolitik Deprem”e Karşı Türkiye’nin Cevabı: Reform ve Değişen “Büyük Strateji”

Lord Palmerston’un Mirasını ve Sykes-Picot Haritası’nı Yaşatma Derneği