
300 yıllık toplumsal çözülmeyi, inkırazı, geriye gidişi Kemalist jargonun bir takipçisi olarak tümden dergahların sırtına yüklemeye kalkar ve çıtayı Hazreti Yunus, Hazreti Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli olarak belirlerseniz ben de modern kurumlarınızdan zirveler beklerim.
Son Güncelleme: 13 Kasım 2025 Perşembe - 13:05 | GDH Haber
Yavuz Ağıralioğlu - AA
Sosyal medyadan uzak durmanın bazı dezavantajları olduğunu inkâr edemem. Gündemle ilgili pek çok gelişmeden muvakkaten bihaber kalabiliyorsunuz. 40 yıl öncesinin Hakkari sokağında yaşayan eşrafı gibi bir durumda kalmanızı neticelendirilebiliyor bu gecikme. İki günlük gazeteleri okur gibi, çoktan nihayet bulmuş tartışmaları değerlendirir hali gelmeniz oldukça mümkün oluyor.
Dikkatle takip ettiğim ve siyasi çizgisini merakla gözlemlediğim Yavuz Ağıralioğlu meğer bundan bir ay kadar önce YouTube’da bir programa katılmış. Hani şu Hatay’da baraj patladı diyen çocuk var ya, işte onun programına.
Oradan bir kesit göndermiş arkadaşlar, ilgimi çekti; fakat yarım yamalak bir kesit üzerinden değerlendirme yapmış olmamak için programın ilgili bölümünü bir kere daha geniş biçimde dinledim. Bir hanımefendi dergahların durumuyla ilgili bir sual soruyor Yavuz Bey’e; Yavuz Bey alışılagelmiş ritmik konuşmasıyla uzun uzun bir şeyler anlatıyor.
Konudan bağımsız söyleyeyim, Sayın Ağıralioğlu’nun konuşma tarzı zaman zaman anlaşılmasına zor kılan bir tarz; gayet seri, peş peşe gelen cümleler arada durup mesele hakkında ne söylediğini düşünmenizi zorlaştırıyor. Dolayısıyla hak verip vermemeniz sözün içeriğinden bağımsız olarak Yavuz Bey’e karşı duyduğunuz sempatiye bağlı hale geliyor.
Her neyse dönelim mevzuya. Yavuz Bey’in yaptığı açıklamalarda aşağı yukarı hepimizin katıldığı şeyler ağırlıkta. Denetlemekten bahsediyor, tarikatların ana vazifesi olan terbiyeye vurgu yapıyor, tarikat yahut cemaat aidiyetinin ikbal kapısı olarak yorumlanmasından şikâyet ediyor, Türkiye’deki yaygın tasavvuf anlayışının radikalleşme önünde önemli bir engel olduğunun altını çiziyor vs. Bunlar önemli tespitler ve üzerinde zannederim hepimizin uzlaşabileceği talepler.
Lakin Yavuz Bey’in bir sözü var ki boşa koydum dolmadı, doluya koydum almadı. “Dergahlar zaten kapalıydı” diyor Yavuz bey Arvasî hazretlerinden alıntı ile “artık bu kapılardan bir Yunus bir Hacı Bektaş yetişmiyor” diye de ekliyor ve bunu fonksiyonsuzlaşmanın bir alameti olarak ortaya koyuyor.
Darülfünun kurulalı 150 yılı aşkın zaman geçti. Bu da demek oluyor ki Türkiye’de 150 yıllık bir üniversite geleneği var hasbelkader ben de bir yerden intisab etmiş, kamuya akademisyen olarak hizmet etmiş bir kimseyim ve Yavuz Bey’in yukarıdaki tespitlerini bu zaviyeden düşünüyorum. Şöyle bir bakıyorum aradan geçen 150 yılda mimarlık fakültelerimiz bir Mimar Sinan yetiştirmiş değil. Hadi bırakınız Sinan’ı, Mimar Kemalettin beyin vüsatinde mimar yetiştirmedi hala. Şöyle bir dönüyor ve bakıyorum, mimarlık fakültelerinin kapalı olduğuna dair herhangi bir mütaala ortaya konulmuş değil.
Tıp fakültelerimiz harıl harıl adam yetiştiriyor; dönüp tarihine ve bugününe baktığımda karşıma bir İbn-i Sina, bir Galinüs çıkmıyor. Yine de üniversite imtihanlarında en yüksek puanlar tıp fakültesine ait. Binaenaleyh hiç kimse tıp fakültelerinin kapalı olduğunu düşünmüyor. Milletin girebilmek için birbirini ezdiği hukuk fakültelerine şöyle bir bakıyorum, Ahmet Cevdet Paşa falan talep ettiğim yok, en azından Sava Paşa gibi entellektüel bir hukukçuya denk gelir miyim diye bakıyorum. Hukuk felsefesi bilen hukukçuya denk gelemiyorum. Bildiğim kadarıyla hukuk fakültelerimiz hala açık.
Belki konservatuvarlarımız biraz olsun bu konudaki makhuriyetimize teselli olur diye konservatuvarlara bakıyorum, ne bir Dede Efendi yetişmiş ne Dilhayat Kalfa ne Leyla Saz hanımefendi. Hadi ilahiyat fakültelerimiz kurtarsın bizi diye bir bakıyorum. Ne de olsa ilahiyat fakültelerimiz 1400 yıldır kimsenin aklına gelmeyen şeyleri arayıp bulma konusunda son derece mahir ilim adamlarıyla dolu. Biri İmam-ı Azam, bir İbn-i Kemal, ne bileyim bir Ebussuud Efendi çarpmıyor gözüme… elbette abartıyorum zira Yavuz Bey de abartıyor.
300 yıllık toplumsal çözülmeyi, inkırazı, geriye gidişi Kemalist jargonun bir takipçisi olarak tümden dergahların sırtına yüklemeye kalkar ve çıtayı Hazreti Yunus, Hazreti Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli olarak belirlerseniz ben de modern kurumlarınızdan zirveler beklerim. Şöyle bir bakıyorum bırakın zirveyi ortalama bir şey çıkmıyor karşıma. Kolaycılık yapıp “AKP iktidarının ülkeyi getirdiği durum bu” diyenler çıkacaktır, kendilerine Halk TV-Sözcü dozunu azaltmalarını öneririm.
Şimdi dönüyorum ve bakıyorum; zaten kapanmıştı denilen dönemde tekkelerimiz ne vaziyetteydi diye. Evet, ideal noktanın çok uzağındaydılar, kendi aralarında kendilerine yakıştıramadığımız çekişmeler de vakidir, pek çoğu Bediüzzaman’ın “kapanmış hangahlar” dediği hüviyetteydi.
Bunlar bilinmeyen şeyler değil. Buna karşın bu kurumların ölüsü dahi modern kurumlarınızın çok üzerinde evsafta adam yetiştiriyordu. Tanburi Ali Efendi, Zekai Dede gibi bestekarlar konservatuvarda değil bu ocaklarda yetişti. Aruz bilirlerdi, günümüzde edebiyat profesörüyüm diye gezen pek çoklarını önlerine talebe diye oturtur, okutur, imtihan eder, sınıfta bırakırlardı. Hayata bir bütünlük içinde bakar, yeri geldiğinde Elatun’dan, Şeyh-i Ekber’den dem vururlardı. Yahu her şeyi boşverelim, Yavuz Bey’in iddiasını müdellel kılmak için kendisinden alıntı yaptığı Abdülhakim Arvasi hazretleri bizzat bu kurumun temsilcisiydi. Daha düne kadar çok olgun meyveler vermeye devam etti bu kurumlar. Üzerlerine kireç dökülmüş, tukaka edilmiş, devletin ceberrut eli üzerlerinde dolaşırken yine Muhiddin-i Ensari hazretleri gibi, Kenan Rıfai hazretleri gibi, Hazreti Fahreddin gibi, Ramazanoğlu Mahmut Sami Efendi gibi, Abdülaziz Efendi gibi nice büyük zevat emanetlerini günümüze ulaştırmayı maziden müdevver büyüklükleri saniyesinde başardılar.
Bakınız emanet günümüzde layık-ı veçhiyle temsil ediliyor-edilmiyor tartışması yürütmüyorum. O bir başka bahistir. Meselemiz, zirveler yetişmiyor diye kapandığı iddia edilen kurumların ne kadar büyük kimseler yetiştirmeye devam ettiğidir. Af buyrun ama “böyle cemiyete böyle şeyh” derler. Sanki Anadolu’nun fethine gelmiş gaza ehli bir toplum vardı da bizler onların başına Çınarlı Babaları, Horasan erenlerini, Hacı Bektaşları yetiştirmeyi başaramadık. Pera pavyonlarında sabahlayan tüccarların, rüşvetsiz iş görmeyen memurların, modernleşeceğim diye Ömer Seyfettin’e “Bahar ve Kelebekler” hikayesini, Recaizade’ye “Araba Sevdası” nı yazdıran bir cemiyetin tekkesi de, tarikati de, şeyhi de ona göre olurdu ve oldu.
Elbette nesebi kesilmiş gibi davasını güden kalmadı diye 300 yıllık koca yıkıntının bütün faturasını bu zevata kesmek kolaycılıktır. Vurun abalıya demişler. Tam bu noktada bir başka sual çıkar karşımıza. Günah keçisi yaptığınız, bütün geri kalmışlığı onlar ile izah ettiğiniz tarikatlerin alanı, Vaka-i Hayriye’den beridir tedricen daraltıldı ve nihayet Cumhuriyet ile birlikte bu kurumlar kapatıldı. Bir restorasyon ile niye her şeyi yerli yerine koymayı başaramadınız efendiler?
Başınızdaki bir bela olarak gördüğünüz bu kurumları def ettikten sonra, üstelik elinizde ceberrut mu ceberrut bir devlet aygıtı varken o dönemde, niye memleketi fezaya çıkaramadınız? Acı cevabı hepimiz biliyoruz rica ederim inkar etmeyelim. Vaziyet buydu ve bu olageldi. Şimdilerde merdivenaltı müptelası kıldıkları bu kurumlara ve temsilcilerine sanki merdivenaltı faaliyet yürütmeyi kendileri talep etmiş gibi fatura koymak en basitinden kolaycılıktır.
Bütün bu laf kalabalığını bir kenara bırakıp bir gerçek ile yüzleşmedikten sonra başarılı olmamız mümkün değildir efendiler. Çok sert ve misali ne az rastlanır bir reformlar sürecine ardımızda bıraktık. Sosyal dengemiz allak bullak oldu. Yorulduk, yıprandık. Bir yanımız cihangir bir yanımız ise mevcudu korumak için neler yapılabileceğini düşünen mütereddit ürkek bir adam. Böyle bir ortamda yıllar yılı resmi ideolojinin tutarsızca saldırdığı kimselere haksızlık yapmak olmuyor, olmamış.
Elbette bir siyasinin öncelikli vazifesi toplumun çabucak satın alabileceği beyanları ortaya koymaktır; zira toplum ilim adamlarından ve filozoflardan oluşmaz. Bu kadarını Yavuz Bey’e çok görüyor değilim. Yavuz Bey’e kondurmadığım şey, batılılaştırıcılarımızın sopa marifetiyle kıldıkları argümana sarılması oldu. Bunun haricinde her kurumun her türlü zaafını ve attığı yanlış adımı konuşmak hakkımız ve vazifemizdir. Hiç kimse lâyüs’el değildir. Vesselam
Devamını Oku
20 Ekim 2025 Pazartesi - 09:30
Devamını Oku
12 Ekim 2025 Pazar - 14:06
Devamını Oku
04 Ekim 2025 Cumartesi - 07:00