
Bir seçimden fazlasını kaybetmek: Fransa ve Beşinci Cumhuriyet
Son Güncelleme: 20 Haziran 2024 Perşembe - 07:17 | GDH Haber
6-9 Haziran tarihlerindeki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı/popülist sağın yerel (ülkeler) ve genel (parlamentodaki dengeler) olarak oy oranını artırmasındaki sebep sonuç ilişkilerini tahlil etme konusundaki umursamazlık ilginç bir seyir izliyor. Almanya’da oy oranı dibe vuran koalisyon hükümeti (Sosyal Demokrat Parti-Yeşiller-Hür Demokratlar) ıslık çalarak havaya bakmak suretiyle 2025 yılının Ekim ayına kadar dayanmayı umuyor olsa gerek.
Fransa’da ise Cumhurbaşkanı Macron yaz tatilinin de etkisiyle pek çok kişinin evlerinde olmayacağı günlerde, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde sandığa ilgi göstermemiş olan Fransız halkını erken seçime davet etti. Bu makale yazıldığında Fransa Ulusal Meclisi’nin 577 üyesinin belirleneceği seçime 10 gün kalmış durumda.
Kamuoyu yoklamaları 49 milyon kayıtlı seçmenin, genel seçime olan ilgisinin Avrupa Parlamentosu seçimi düzeyinde kalması halinde, aşırı/popülist sağın bu seçimden de birinci parti olarak çıkacağına işaret ediyor. Tahminler 7 Temmuz’da ikinci turu gerçekleştirilecek seçimde 500’den fazla seçim bölgesinde aşırı/popülist sağın adaylarının finale kalacağına işaret ediyor.
Sosyalist Parti mensubu, 2014 yılından bu yana Paris Belediye Başkanlığı görevini yürüten Anne Hidalgo gibi siyasetçiler, tam da başkentin yaz olimpiyatlarına ev sahipliği yapacağı dönemde “bu seçime ihtiyaç var mıydı?” sorusunu gündeme getiriyorlar. Fransa ve Avrupa genelindeki manzara bu yönüyle Rus Çarlığı’nda “Ekim Devrimi”nin hemen öncesinde 20 Ağustos’ta yapılan “Petrograd ( St. Petersburg ) Kent Konseyi Seçimi”nin benzeri gibi.
1917 yılının karmaşa dolu o günlerinde de Çarlık Rusya’sının başat siyasi güçleri, ülke çapında çoğunluğun oylarını olmasını mümkün olmayan Bolşeviklerin arka kapıdan dolanarak iktidarı ele geçirmeye hazır olduklarının farkında değillerdi.
Petrograd’da birinci parti olan Sosyalistler dahi kazandıkları seçim zaferinden gayet eminlerdi ve yalnızca 3 ay sonra “Kızıl Muhafazlar” eliyle yaşanacakların farkında değillerdi. Anne Hidalgo’nun “seçim şimdi gerekli miydi?” sorusuna dönecek olursak, Macron’un misyonu açısından bu seçimin zamanlamasının “mükemmel!” olduğu tespitini de yapabiliriz.
Seçim kararı Macron'un misyonunun gereği mi?
Macron’un siyasi yaşamının yol haritasını inceleyen bilinçli her Türk vatandaşı, yakın geçmişimizde yaşanan bir süreçle, Macron’un takip ettiği yol haritasının ne kadar örtüştüğünü fark edebilir. Bakalım bu yol haritası size kimi hatırlatacak?
2008-2012 yılları arasında ABD’de Rothschild Yatırım Bankacılığında yöneticilik
2012 yılında Sosyalist Parti’den Cumhurbaşkanı olan François Hollande’ın Elize Sarayı’ndaki ekibine katılması
2014 yılında Sosyalist Parti’den Manuel Valls’in hükümetinde bakanlık görevine getirilmesi
2016 yılında hükümetten istifa ederek 2017 Cumhurbaşkanlığı seçimine aday olması, bu esnada merkez sağda yer alacak Rönesans Hareketi’ni kurması
Rönesans Hareketi’ne beraberinde götürdüğü isimlerle Sosyalist Parti’yi ve merkez sağdaki Cumhuriyetçi-Gaulliste hareketleri aynı anda bölmeyi başarması.
Bu biyografi bana ister istemez, 2001 yılında ABD’deki finans çevrelerinden Türkiye’ye bakan olarak transfer edilip, 2005 yılına kadar ülkemiz siyasetinde spektaküler eylemelere imza atan ancak bugün hayatta olmayan birini hatırlattı.
Ölmüşlerin ardından konuşmama prensibi gereği ismini yazmıyorum. Okuyucularımızın yaşları yetenler hatırlayacaktır, yetmeyenler de lütfen bir internet araştırması ile sonuca ulaşsınlar.
Bu biyografilere bakınca insanın komplo teorisyeni olup, ABD finans çevrelerinde özel olarak yetiştirilen bazı insanların, Avrupa’daki siyasi dengeleri bozmak üzere bir misyonla donatılıp yollandıklarına inanası geliyor. Bu konuyu bir kenara bırakıp, 30 Haziran-7 Temmuz seçimlerinden çıkacak sonuç neticesinde Fransa’da Ulusal Meclise aşırı/popülist sağ hakim olursa neler olur sorusu üzerine biraz fikir jimnastiği yapalım.
Bu Avrupa De Gaulle-Adenauer Avrupası değil
Şu anda Avrupa Birliği’nin kurulmasına sebep olan iki ülkenin siyasetlerinde (Fransa ve Almanya) aşırı/popülist sağın giderek hakim olduğu bir süreç izliyoruz. Şüphesiz aklı başında hiç kimse, Avrupa Birliği’ne şüphe ile yaklaşan bu partilerin vizyonlarının Charles de Gaulle-Conrad Adenauer ikilisinin Avrupa vizyonları ile örtüştüğünü iddia edemez.
Özellikle Fransa perspektifinden baktığımızda, 2008 küresel ekonomik krizinden bu yana, endüstri ve tarım kesimindeki çalışanların hakları sürekli aşınmakta. Aşırı/popülist sağın parlamentoda sağlayacağı ağırlığın, mevzu bahis ezilen kesimler yararına bazı adımlar atması halinde Cumhurbaşkanlığı makamının kapılarının da aşırı/popülist sağa açılacağı aşikardır. Bunun için de Cumhurbaşkanı seçiminin yapılacağı 2027 yılının ilkbaharına kadar beklemek gerekmeyebilir.
Fransa’da gelecek 2 yıl içerisinde değişecek siyasi kompozisyon, 1958 yılında teşkil edilen Beşinci Cumhuriyet’in tedavülden kalkmasına kadar varabilir.
Fransa Beşinci Cumhuriyeti yitirebilir
Beşinci Cumhuriyet İkinci Dünya Savaşı’nın ardından derin bir sosyo-ekonomik krize yuvarlanan Fransa’nın kurtarıcısı olmuştu. 1954 yılında utanç verici askeri yenilgilerle Güneydoğu Asya’daki sömürge topraklarını kaybeden Fransa, 1954’ten itibaren Cezayir’in bağımsızlık talepleri karşısında bölünmüştü.
Fransız siyaseti çareyi İkinci Dünya Savaşı kahramanı General de Gaulle’ü göreve çağırmakta buldu. De Gaulle, Fransız silahlı kuvvetleri içerisindeki, Cezayir’e bağımsızlık verilmesine karşı çıkan “Gizli Ordu ( OAS )” örgütünün suikast girişimlerine rağmen Beşinci Cumhuriyeti’n kuruluşunu ilan ederek, Fransa’yı yeni bir siyaset yörüngesine soktu.
Cezayir’e bağımsızlığı tanındı, Federal Almanya ile işbirliği artırılarak, Avrupa Birliği projesinin güçlendirilmesi için çalışıldı. Bu sırada de Gaulle, ABD’nin NATO eliyle Avrupa’daki müttefiklerini istikrarsızlaştırma operasyonlarına giriştiğini fark edip, NATO karargahını Paris’ten gönderecek kadar vizyon sahibiydi.
Bugün Türk solunun kimi kesimlerinin sitayişle bahsettiği ancak gün yüzüne çıkan bilgi ve belgelerle CIA tarafından desteklendiği anlaşılan 1968 yılının Mayıs ayında Paris’te patlak veren öğrenci olayları de Gaulle’ün son büyük sınavıydı. Paris’teki öğrenci olaylarından iştahla bahseden popüler tarihçilerin, 30 Mayıs günü de Gaulle’ün çağrısıyla Paris’te toplanan 1 milyondan fazla destekçisinden bahsetmemesi herhalde tesadüf olamaz.
Nitekim Mayıs 1968 olaylarının hemen ardından Haziran ayının 23 ve 30’uncu günlerinde düzenlenen seçimlerde Gaullistler ve Cumhuriyetçiler sandalye sayılarını 111 artırarak 354 milletvekilliği kazandılar. Mitterand liderliğindeki sosyalistler 60 sandalye yitirip 57 vekilliğe gerilerken, sokaklara ve öğrenci olaylarına hakim olduğu görüntüsü veren Fransız Komünist Partisi de 39 kayıpla 34 vekilliğe geriliyordu.
Paris’teki öğrenci olayları ile yaratılan imajla parlamento seçim sonuçları arasında tam bir ters orantı vardı. Bu süreçte dikkat çekici bir başka gelişme ise, Moskova’nın bağlantılı olduğu Fransız sendikaları aracılığıyla sürece doğrudan müdahil olmasıydı. Sovyet yönetimi etki ettiği sendikaların öğrenci eylemleriyle ilişkisini tek hamlede kesti. Kremlin Sarayı, de Gaulle’e karşı yürütülen yıkıcı faaliyetlerin kaynağının Fransa’nın ulusal dinamiklerinden kaynaklanmadığını fark etmişti.
İşte sevgili okuyucular Fransa’da 10 gün sonra başlayacak seçim sürecinde kaybedilmesi muhtemelen olan şey, General de Gaulle’ün Beşinci Cumhuriyet ile inşa ettiği Avrupa merkezli, Anglo-Sakson etkilere karşı dirençli siyaset yapısı olacak.
Anketler, önümüzdeki seçim sonuçlarının Cumhuriyetçi-Gaulliste partilerin parlamentoya girememesiyle noktalanabileceğine işaret ediyor. De Gaulle’ün siyasi mirası, Beşinci Cumhuriyet ve temsil ettikleriyle beraber tasfiye edilmek üzere. Fransa’da Napolyon Savaşları sonrasında en uzun istikrarlı dönem 1870 ile 1940 arasındaki 70 yıllık Üçüncü Cumhuriyet dönemiydi.
Beşinci Cumhuriyeti’n de 66 yılını geride bırakmakta olduğunu dikkate alırsak, Fransa’nın bugün raf ömrünü doldurmuş bir siyasi sürecin içerisinde olduğunu da düşünebiliriz. Fransa’daki seçim sonuçları görünenin ötesinde uzun vadeli sonuçlara gebe.
Lord Palmerston’un Mirasını ve Sykes-Picot Haritası’nı Yaşatma Derneği
GDH’ın değerli takipçileri, başlıktaki gibi bir dernek tabii ki resmi olarak yok ama son 2 yılda Gazze ve Suriye’de yaşanan gelişmelerin yarattığı iklim, gerçekten böyle bir derneğin ortaya çıkmasını şaşırtıcı kılmaz. Hatta ülkemizden de çok sayıda üye toplayabilirler.
Lord Palmerston, meşhur “İngiltere’nin ebedi düşmanları ya da dostları yoktur, çıkarları vardır” vecizesinin sahibidir. Ancak yüksek nitelikleri bununla sınırlı değil. Birleşik Krallık diplomasisinde Dışişleri Bakanlığı makamında söz sahibi olduğu 1830-1841 yılları arasında, ülkesinin Filistin’de Yahudilerden müteşekkil bir garnizon devlete duyduğu ihtiyacı açıkça dile getiren ilk devlet adamıydı.
Sykes-Picot adlı İngiliz ve Fransız diplomatların isimlerini ölümsüz kılan 1916 tarihli harita ise Ortadoğu’da kurulacak Siyonist devlete eşlik edecek itaatkar Arap devletlerinin tasarımıydı. Çerçeveyi biraz daraltarak son 1 haftanın gelişmelerine odaklanmak niyetindeyim.
7 Aralık 2024’te Beşar Esad’ın kaçmasından bu yana İsrail, PKK/YPG, İran ve Rusya’nın yanı sıra Avrupa ve ABD’deki kimi siyasi çevreler büyük bir hasretle Suriye’nin yeni bir iç savaşa sürüklenmesi arzusu içerisindeydi.
Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un 3 Ocak 2025 günü Şam’ı ziyaret ederken uçaktan inişinde balistik yelek giymiş olması bu beklentinin dışavurumuydu. Hiçbir silah sesinin duyulmadığı Şam’daki bu şovu karşılık bulamayınca, Devlet Başkanı Şara “elini sıkmadı” söylemiyle devam eden saçmalama süreci, “Suriye Devlet Haber Ajansı Baerbock’un yüzünü blurlayarak fotoğrafını paylaştı” yalanıyla devam etti.
Bu güruh ellerini ovuşturarak beklerken kimse İsrail’in uluslararası hukuka aykırı şekilde yarım yüzyıldır işgal altında tuttuğu Golan Tepeleri’nden Şam istikametinde gelişen ilerleyişine ses çıkarmıyordu. İsrail bu ilerleyişini bölgedeki Dürzi toplumunu kışkırtarak yürütürken Suriye’nin toprak bütünlüğünün ihlal edilmesine karşı çok taraflı uluslararası kurumlar gözlemcilik yapmakla yetinmeye devam etti.
6 mart gecesini düzenleyenler 10 mart anlaşmasını önlemeye mi çalışıyordu?
Geldik 6 Mart Perşembe akşamına. Suriye topraklarında eş zamanlı 3 gelişme yaşandı. Lazkiye’de Esad rejimi artıkları Suriye güvenlik güçlerine pusu kurdu, PKK/YPG terör örgütü Halep’in doğusunda Tişrin Hattı’na saldırıya geçti, İsrail ordusu ise Suriye’nin güneyindeki Kuneytra bölgesinde Bir el-Acem kasabasına girdi.
Bu gelişmelerin hemen öncesinde ise İran’ın çeşitli medya kuruluşları Esad artıklarının kurduğu bir terör örgütünün ilanını ayakta alkışlamaktaydı. Lazkiye’deki pusunun ardından Tartus, Banyas ve Humus istikametine sıçrayan gelişmeler, Suriye’de yeni bir iç savaşın başlamasını hasretle bekleyen kesimlere arzu ettikleri fırsatı sundu.
Pusuyu gerçekleştiren Esad artıklarına operasyon bahanesiyle sahneye çıkan silahlı gruplar Birleşmiş Milletler’in tespitlerine göre 400’den fazla erkek, kadın ve çocuğu katletti. Bu katliam esnasında dikkat çekici noktalardan birisi Banyas rafinerisinin lojmanlarının hedef alınmasıydı. Enerji krizi içerisindeki Suriye’nin en stratejik tesislerinden biri olan Banyas rafinerisinde çalışan mühendislerin evleri basılarak mezhepleri ve dinleri sorgulandı. Alevi ve Hristiyan olanlar öldürülüp evleri yağmalandı.
Şam yönetimine düşen, kurulan soruşturma komisyonu vasıtasıyla bu katliamı gerçekleştirenleri bulmak ve cezalandırmadan önce kimden emir aldıklarını tespit etmektir. Rejimin yanında görünen bu silahlı grupların kime hizmet ettiklerinin acilen tespit edilmesi Suriye’nin geleceği açısından öncelikli konudur.
Bu olayın ardından aklıma 2016 yılının Mart ayında Los Angeles Times ve New York Times gazetelerinde yayımlanan haberler aklıma geldi. Her iki gazeteye göre Suriye’de ABD Savunma Bakanlığı Pentagon tarafından desteklenen muhalif gruplarla ABD Merkezi Haber Alma Teşkilatı CIA’nın desteklediği muhalifler birbirlerine silah çekme noktasına gelmişler ve silahlar ateşlenmişti.
ABD yönetimi içerisinde istihbarat teşkilatları ile Beyaz Saray arasında çelişkiler yaşandığına daha önce de rastlanmıştı ancak ABD yönetiminin farklı gruplarının desteklediği silahlı örgütlerin birbiriyle çatıştığına ilk defa rastlanıyordu. Acaba 6 Mart gecesi, misilleme amacıyla harekete geçen rejim yanlısı görüntülü silahlı gruplardan hala CIA’ya çalışanlar var mı?
6 Mart’ın sırrını çözmeye çalışırken 10 Mart’ta yaşanan bir başka gelişme meseleyi biraz olsun aydınlattı. Akşam saatlerinde Şam’dan gelen bir açıklamada PKK/PYD terör örgütünün lideri Mazlum Abdi’nin örgütünü Suriye yönetimine teslim ettiğini bildiriyordu.
İmzalanan anlaşmaya göre kuzeydoğu Suriye’deki tüm devlet kurumları, askeri üsler, enerji tesisleri Şam yönetimine teslim edilecekti. Anlaşmanın ardından sızan haberlere göre, CENTCOM (ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı) Komutanı General Kurilla, anlaşmanın imzalandığı 10 Mart günü de dahil olmak üzere Mazlum Abdi ile bu anlaşmanın gerçekleşmesi için iki görüşme yapmıştı.
Kurilla, Türkiye’nin terörle mücadele amacıyla kurduğu askeri ve diplomatik baskının engellenemez hale geldiğini Abdi’ye anlatmış, Trump yönetiminin de bölgedeki askeri varlığını daha fazla devam ettirmeye niyeti olmadığını izah etmişti.
Mazlum Abdi’nin Haseke’den Şam’a ABD askeri helikopterleri ile getirilmiş olması da Türkiye’nin taleplerinin karşılanması yönünde Washington’un ne ölçüde devreye girdiğinin bir başka göstergesiydi.
1975’ten itibaren öncelikle Türkiye’yi etnik ve mezhep çatışmasına sürüklemek amacıyla kurulan terör yapısının 2025’teki hızlı iflasının ardındaki gerçekler bir başka yazı konumuzu oluşturacak. Ancak belli ki Şubat ayı boyunca ABD ile PKK/PYD arasında yürütülen görüşmelerden haberdar olan bölgedeki ve bölge dışındaki aktörler son kozlarını 6 Mart gecesi oynamayı tercih etmişler.
Nitekim Kandil kökenli PKK unsurlarının 11 Mart günü Karakozak ve Tişrin çevresinde anlaşmayı sabote edecek şekilde saldırılara başlaması, 6 Mart gecesinin sorumlularına dair de fikir veriyor. ABD’nin Suriye’yi terk etmesinden rahatsız olan, dahası Suriye’de hedefledikleri istikrarsızlık ortamını yeniden tesis etmelerinin mümkün olmadığını görenler mutlaka yeni girişimlerde bulunacaktır.
Devamını Oku
12 Mart 2025 Çarşamba - 05:11
ABD seçimlerinin ilk kıssadan hisseleri
Amerika Birleşik Devletleri’ndeki seçimler yalnızca Beyaz Saray için Cumhuriyetçilerin adayı Donald Trump’ın tercih edilmesiyle sonuçlanmadı. Senato da Cumhuriyetçi Parti’nin kontrolüne geçerken, bu yazının yazıldığı 6 Kasım sabah 09.30 itibarıyla Temsilciler Meclisi’nin 435 koltuğu için verilen mücadelede de yarışı Cumhuriyetçiler önde götürmekte. Dahası Donald Trump, sonuca etkisi olmasa da ülke genelindeki toplam oyda da önde görünüyor.
Peki ABD’deki 80 medya kuruluşu Kamala Harris’i, yalnızca 10 medya kuruluşu ise Donald Trump’ı desteklerken bu sonuca nasıl gelindi?
1 Kasım Cuma günü TRT Haber’de yaptığım değerlendirmede basında paylaşılan çok sayıda manipülatif anketin aksine, sonuçlarda belirleyici olacak, salıncak eyalet tabir edilen, seçmenlerinin her seçimde oy tercihlerini değiştirebildikleri 7 eyalette ( Nevada, Wisconsin, Michigan, Pensilvanya, Georgia, Arizona, Kuzey Karolayna ) Trump’ın önde olduğunu ifade etmiştim.
Kamala Harris'in paraşütle indiği başkan adaylığı
Gelinen noktayı değerlendirmeye önce Kamala Harris ile başlayalım. Harris, 2020 yılı seçimlerinde de aday olmayı planlamıştı. Ancak henüz 2019 yılının Aralık ayında, bağışçılardan yeterli desteği bulamayacağını anlayınca kendi partisi içerisinde ön seçime dahi girmeden bu sevdadan vazgeçti. Ne var ki, Demokrat Parti’ye hakim olan “Obama Çizgisi”, “siyah bir kadının” başkanlığı konusunda kesin kararını vermişti.
Biden başkan seçildikten sonra yardımcısı olarak Beyaz Saray’a sokulan Kamala Harris, geride kalan 3 buçuk yıl boyunca kayda değer hiçbir varlık göstermedi. Dış politika konusunda ne düşündüğüne dair fikri olan yoktu. 2023 yılına gelindiğinde Kamala Harris’in Demokrat Parti içerisinde yeniden bir yarışa girmesinin mümkün olmadığı ortadaydı. Bu nedenle olsa gerek yeniden başkan adayı olarak belirlendikten sonra oluşturulan baskıyla Biden’ın adaylıktan çekilmesi sağlandı ve Harris böylece parti içi bir sınamaya girmeye mecbur kalmadan başkan adaylığına paraşütle indirildi. Ne kadar demokratik bir tercih değil mi?
Demokrat Parti işçi sınıfı yerine pop müzik kraliçelerinden destek aradı
5 Kasım günü seçim sonucunu belirleyen nedir diye soracak olursanız, burada farkı yaratan asli unsurlardan biri kanaatimce Boeing uçak fabrikası işçilerinin ve liman işçilerinin seçimden 5 ay kadar önce başlattıkları eylem süreciydi. Her iki tarafta ABD tarihinin en büyük grevleri düzenlenmek üzereydi. Ancak seçimden 1 ay önce sağlanan geçici anlaşmalarla bu grevler ertelendi. Lakin bu işçi eylemleri sırasında yaşanan tartışmalar ve ortaya çıkan talepler bir noktaya kesin olarak işaret etmekteydi. ABD işçi sınıfı ve sendikalar, Demokrat Parti’nin geride kalan 4 yıllık yönetiminde hayal kırıklığına uğramışlardı ve yeni bir Demokrat Parti yönetiminden de umutlu değillerdi.
Yani Kamala Harris’in, işçi sınıfı ve sendikalar yerine Hollywood’u, pop müzik kraliçelerini ve manipülatif anket şirketlerini dinlemeyi tercih etmesi mağlubiyetini hazırlayan sebeplerin başında geldi.
Hispanikler, siyahlar ve kadınlar Kamala Harris'i tercih etmedi
Seçim sonuçlarında belirleyici olan ikinci faktör ise popülist siyasetin tırmanışta olduğu ülkelerdeki pek çok siyasetçi için uyarı niteliğinde. Hiçbir toplum sınıfının ya da sosyal grubun oylarının blok halde cepte olmadığı, ekonominin belirleyici olduğu gerçeği.
Düzensiz göçmenlere karşı olan Trump, ülkenin en büyük göçmen grubu Hispaniklerin oylarını aldı. Teksas’ta nüfusunun yüzde 97’si Hispanik olan ve 130 yıldır Cumhuriyetçilerin kazanamadığı Starr County’de 16 puan farkla Trump kazandı. Yine Kuzey Karolayna’da nüfusunun yüzde 40’ını siyahların oluşturduğu ve Amerikan İç Savaşı’ndan bu yana (1861-1865) Cumhuriyetçilerin kazanamadığı Anson County’de zafer yine Trump’ın oldu. Keza kadın seçmenlerin oyları da zannedildiği gibi Kamala Harris’e akmadı. Sahayı ve sosyolojiyi okumak yerine temennilerinin peşine takılan Demokratlar, gerçekleri göremediler.
ABD’de 2024 yılı seçimleri her yönüyle uluslararası toplum için dersler içeriyor. Seçimlerin yalnızca sosyal medya ya da popüler kültür figürleri üzerinden kazanılamayacağı bir kez daha tescil edilmiş oldu. Bilmem anlaşılıyor mu?
Devamını Oku
06 Kasım 2024 Çarşamba - 11:01
7 Ekim'in karanlıkta kalan bilmecesi
Hizbullah’a telsiz ve çağrı cihazı üretecek kadar sofistike operasyonlar yürütebilen İsrail istihbaratı, Aksa Tufanı Operasyonunun hazırlıklarını tespit eden Birim 414’ün 21 kadın askerini, Netanyahu’nun ihtirasları uğruna harcadı mı?
İsrail’in Hamas’ı bitirme bahanesiyle Gazze Şeridi’ne başlattığı saldırı birinci yılını geride bırakırken, meselenin özünde Ortadoğu’da yeni haritalar, yeni sınırlar çizmek olduğu gerçeği kendisini ayan beyan belli ediyor.
İsrail-ABD-İngiltere üçlüsünün öncülüğünde G-7 ülkelerinin desteği ve ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı CENTCOM’un koordinasyonunda yürütülen saldırı süreci Beyrut kapılarına dayandı. Suriye’nin Şam, Hama, Humus kentleri mütemadiyen vurulurken, ABD ve İngiltere İsrail’i Yemen ve Irak’tan gelen füze saldırılarına karşı savunmakla kalmıyor, İsrail yerine buradaki tehditlere saldırılar da düzenliyor.
ABD basınına göre yalnızca Washington yönetiminin İsrail’e akıttığı askeri yardımın miktarı 22-23 milyar doları buldu. Bir yılda temin edilen ayni ve nakdi yardım, 1970’lerde bugünkü şeklini alan ABD-İsrail ilişkileri tarihinde bir rekor.
Hizbullah'a iletişim cihazı tedarik eden Mossad, Aksa Tufanı'nı nasıl göremedi?
Son bir yıldaki sürecin önemli kırılma noktalarından biri 17 Eylül’de Hizbullah ile İran Devrim Muhafızlarının kullandıkları çağrı cihazlarının ve hemen ertesi gün 18 Eylül’de telsizlerin patlatılmasıydı. Washington Post’un ulaştığı bilgilere göre İsrail’in 10 yıldır yürüttüğü operasyonda telsizler ve ardından çağrı cihazları, İsrail gizli servisi Mossad’ın gözetiminde İsrail’de üretildiler.
Macaristan’da kurulan bir paravan şirket vasıtasıyla cihazların pazarlaması, Bulgaristan’da kurulan bir başka paravan şirket aracılığıyla ise nakliye gerçekleştirildi. Tüm bu sürecin yönetiminde ise Norveç pasaportu sahibi muhtemel bir Mossad ajanı yer almakta ki kendisi normal olarak şu anda sırra kadem basmış durumda.
İsrail, bu cihazları yalnızca birer ölüm tuzağına çevirmekle kalmadı. Aynı zamanda bu cihazları takip amaçlı kullanarak İran-Lübnan arasındaki Hizbullah milisleri ile İran Devrim Muhafızlarının tüm hareketlerini, silah sevkiyat yolları ve depolarını da haritalandırdı. Hasan Nasrallah dahil Hizbullah’ın yönetim şemasındaki isimlerin yüzde 99’unun geride kalan 23 gün ortadan kaldırılması, insan istihbaratının yanısıra sinyal istihbaratı aracılığıyla mümkün oldu.
Şimdi İsrail, bu cihazlar vasıtasıyla tesis ettiği üstünlüğü bir efsaneye dönüştürmeye çalışıyor. Peki o zaman biz de şu soruları soralım:
- Bu denli sofistike ve yıllara yayılan, Avrupa’dan Ortadoğu’ya kadar geniş coğrafyayı kapsayan operasyonu yürüten bir ülke nasıl oldu da burnunun dibinde hazırlanan “Aksa Tufanı Operasyonu”nu görmedi?
- Ya da İsrail-ABD-İngiltere üçlüsünün Ortadoğu haritasını değiştirmek için “Aksa Tufanı Operasyonu” gibi bir gerekçeye mi ihtiyaçları vardı?
- Hatta hem Hamas hem de Hizbullah içerisine sızdırdıkları muhbirleri vasıtasıyla bu operasyon için iki örgütün lider kadrolarını kışkırtmış olabilirler mi?
İsrail Ordusunda Birim 414'e mensup 21 kadın asker harcandı mı?
Fransız gazeteci Sacha Perrin’in Paris Match dergisi için 7 Ekim’in birinci yıldönümü için hazırladığı dosya haber, yukarıdaki soruları meşru kılıyor. Perrin hazırladığı dosya haberde, “Aksa Tufanı Operasyonu”nda Hamas’ın ilk hedefi olan Nahal Oz yerleşimini koruyan İsrail askeri üssündeki, gözetleme ve istihbarattan sorumlu 26 kadın askerin akıbetini sorguluyor.
Perrin’e göre, bu kadın askerlerin 2023 yılının Mayıs ayından bu yana Gazze’deki direniş gruplarının saldırıya hazırlandıklarına dair yaptıkları uyarılar İsrail ordusunun komuta kademesi tarafından dikkate alınmadı.
Nahal Oz’daki Roni Üssü, Gazze’deki direniş gruplarının 7 Ekim sabah saat 06.20’deki roket saldırılarının bitmesinden 3 dakika sonra saldırıya uğradı. Bu üste İsrail ordusunun “Birim 414” adı verilen unsurları bulunuyordu. Mensupları silah taşımayan “Birim 414”’ün görevi, balonlara yerleştirilmiş kameralar ve diğer elektronik sistemlerle güvenlik çiti çevresindeki gelişmeleri gözlemekti. 26 kadın asker, 7 Ekim öncesindeki 5 ay boyunca defalarca güvenlik çiti çevresinde sıra dışı gelişmelere şahit oldular ve bunları rapor ettiler.
Hazırladıkları raporlara göre Gazze sınırlarını aşacak ve daha önce benzeri görülmemiş bir saldırı kaçınılmazdı. Ancak bu raporlara dair muhataplarından ve komutanlarından sağlıklı bir geri dönüş alamadılar. Roni Üssü’nü hedef alan saldırıda 26 kadın askerden 15’i öldürüldü, 6’sı esir düştü, 4’ü kaçmayı başarabildi.
Esir düşenlerden biri de daha sonra Gazze’de hayatını kaybetti. İsrail 7 Ekim günü Nahar Oz ve çevresinde 331 askerini ve 61 polisini yitirdi. Yalnızca Roni Üssü’nde ölenlerin sayısı 45 olarak kayda geçti. Sürecin dikkat çeken yanlarından biri ilk İsrail saldırı helikopterinin Roni Üssü ve Nahar Oz’a, saldırı başladıktan 2 saat 22 dakika sonra ulaşmış olmasıydı.
Üsse 12 defa ateş açan saldırı helikopterinin bu esnada Hamas milisleri ile İsrail askerlerini ayırt edip edemediği, helikopter saldırısında ölen İsrail askeri olup olmadığı bilinmiyor. Saat 09.45’teki helikopter saldırısını takiben 7 İsrail askeri Roni Üssü’nden çıkmayı başararak koşarak uzaklaşmaya çalıştı.
Bu gruptan hayatta kalan tek askerin ifadesine göre, bir keskin nişancı kaçan gruptaki diğer 6 askeri başlarından vurarak öldürdü. İfadelerin ayrıntılarına inildiğinde sadece Hamas’ın değil, başka birilerinin de “Aksa Tufanı Operasyonunun” hazırlıklarını izleyen Roni Üssü’nden kimsenin sağ çıkmasını istemediği sonucuna ulaşabilir.
İsrail ordusunun takviye güçleri ancak 7 Ekim akşam saatlerine kadar Nahar Oz ve Roni Üssü’ndeki askerlere ya da onlardan geriye kalanlara ulaşabiliyor. İsrail’de Netanyahu hükümetine muhalif basın ucundan kıyısından elde ettiği bilgilerle 7 Ekim’in bu karanlık noktasına ışık tutmak için çabasını sürdürüyor.
Ancak 1 yılın ardından elde edilen bulgular, İsrail’in bugün bölgede yürüttüğü saldırıları için “Aksa Tufanı Operasyonu”na ihtiyaç duyduğu ihtimalini güçlendirir nitelikte. Dolayısıyla Roni Üssü’ndeki istihbarat görevinde bulunan ve yaşanacakları öngören 21 kadın askerin Netanyahu’nun hedefleri uğruna harcandığı kanısı güçleniyor.
Devamını Oku
10 Ekim 2024 Perşembe - 12:26
Hammaddeden üretime yerlilik ve millilik dersi
Tarihçiler bir gün İsrail’in Hizbullah’ı nasıl ortadan kaldırdığına dair kitap yazacak olursa, muhtemelen kitap savaş alanında kazanılan başarıdan ziyade, istihbarat-fabrika-lojistik üçgenindeki organizasyonun ustalıkla işletilmesini anlatacak.
İsrail, Hizbullah’a paravan şirketler aracılığıyla temin ettiği çağrı cihazları ve telsizler aracılığıyla tüm dünyaya hammaddeden başlayıp teknoloji geliştirme, üretim, tedarik zincirini kontrol ve lojistik alanlarında yerli ve millilik dersi verdi.
Malum olduğu üzere hasmın verdiği ders kadar değerlisi, maliyeti yüksek olsa da, kolay kolay bulunmaz.
Hizbullah'ın 17-27 Eylül tarihleri arasında 10 günde yaşadığı çöküş yalnızca tarafların askeri kabiliyetleri arasındaki orantısızlıkla izah edilemez. İsrail ordusu ve istihbarat yapısı, bu çöküşü iki ülke arasındaki fiziki sınırı karadan aşarak gerçekleştirmedi.
Teknoloji ve siber boyutta planladığı ticari bir girişimcilik örneğiyle en zor engeli aştı. Konvansiyonel silahlarının kapasitesine güvenen Hizbullah, teknoloji-hammadde- tedarik ve lojistik kabiliyetlerinin yetersizliğine mağlup oldu.
Topyekün harpte 1935'ten 2024'e
Alman Generali Erich Ludendorff 1935 yılında yayımladığı “Der Totale Krieg-Topyekün Harp” adlı eserinde, savaşın artık cephe hatlarından ibaret olmadığını, cephe gerisinin ve ülkelerin gerek endüstriyel üretim gerek gıda güvenliği kapasitelerinin de savaşın sonucu açısından belirleyici olduğuna işaret etmişti.
Bu yaklaşım, 2023-2024 yıllarında Rusya-Ukrayna Savaşı’nda enerji tesislerini hedef alan saldırılar ışığında yeni bir boyut atlamışken, İsrail’in Hizbullah’ın iletişim sistemini kaynağından ele geçirmesiyle de dönüm noktası teşkil etti. 17 Eylül’den itibaren olayların gelişimi, İsrail’in tedarik zincirine müdahale etmek bir yana, Hizbullah’a temin ettiği çağrı cihazları ve telsizleri bizzat ürettiğini, dahası bu cihazları yalnızca patlayıcı ile değil, takip sistemleri ile donattığını gösteriyor.
Ve muhtemeldir ki Hizbullah ve İran Devrim Muhafızları kendi elleriyle temin ettikleri sinyal istihbaratıyla, Levander ve Habsora yapay zeka sistemlerini kullanan İsrail’e tüm karargahlarının, silah depolarının, lojistik hatlarının haritalarını da teslim etmiş oldu.
İsrail’in Microsoft, Google ve Amazon’dan temin ettiği bulut teknolojisi ile neredeyse sonsuz veri depolama imkanı elde ettiği de dikkate alınırsa, en az 5 ay boyunca kullanılan 5 binden fazla telsiz ve çağrı cihazın temin ettiği verilerin takibinin de sorun olmadığı söylenebilir.
Batı dünyası da "yerli ve milli" oluyor
Hizbullah’ın içerisine düştüğü teknolojik açmaza kafa yorarken “gdh defence” kanalında geçen hafta Sadık Can Gençer imzasıyla yayımlanan bir haber dikkatimi çekti. Habere göre İngiliz hükümeti, savaş uçakları da dahil olmak üzere askeri teknolojide kullanılan galyum arsenit yarı iletkenlerinin yerli üretimini güvence altına almak için, ABD şirketi Coherent’in, İngiltere’nin kuzeyinde işlettiği Newton Aycliffe’deki fabrikasını satın almış.
Bu münferit bir eylem değil. Uluslararası toplum günümüz teknolojisi için vazgeçilmez hale gelen yarı iletkenler ve nadir toprak elementleri alanında bağımlı hale gelmekten kaçınmanın yollarını arıyorlar. Özellikle ABD ve Batı Avrupa ülkeleri yarı iletkenlere erişim ve üretim süreçlerini Uzakdoğu ülkelerinden ayrıştırmanın peşindeler.
Bu ülkeler Covid19 salgını sırasında basit cerrahi maske üretimi kabiliyetleri dahi olmadığı gerçeği ile yüzleşmişlerdi. Birinci Soğuk Savaş’ın bitimiyle yersiz bir şekilde ilan edilen küreselleşmenin zaferiyle ülkeler arasında artacak karşılıklı bağımlılığın işbirliği ve barışı tahkim edeceği rüyası da son bulmuş oldu.
Mineral Güvenliği Ortaklığı'ndan haberiniz var mı?
Nitekim 24 Eylül’de Financial Times gazetesinde yayımlanan bir haber bu yeni mücadele alanının ulaştığı noktaya dair ilginç bilgiler içeriyordu.
“The Mineral Security Partnership – Mineral Güvenliği Ortaklığı” adlı uluslararası organizasyon Tanzanya’da Avustralya madencilik şirketi BHP tarafından işletilen bir nikel madeninin ayakta kalması için finansal destek sağlanmasını kararlaştırmış.
Avrupa Komisyonu da dahil olmak üzere 14 üyesi bulunan MSP’nin amacı Çin Halk Cumhuriyetinin yüzde 90’ını elinde tuttuğu nadir toprak elementleri pazarının güvenliğini sağlamak. Çin Halk Cumhuriyeti şirketleri, elektrikli araçlar için pil üretiminde kullanılan kobalt, nikel, lityum ve diğer minerallerin pazarının da yarıdan fazlasını ellerinde tutuyorlar.
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın öncülüğünde hareket eden “Mineral Security Partnership”in üyelerinin kim olduğu da sözkonusu bakanlığın internet sayfasında şu şekilde sıralanmış: ABD, Almanya, Avustralya, Birleşik Krallık, Estonya, Finlandiya, Fransa, Güney Kore, Hindistan, İtalya, İsveç, Japonya, Kanada ve Avrupa Komisyonu. İsrail’e Gazze saldırısı için yeşil ışık yakan ve silah temin eden G-7 ülkelerinin tamamının MSP içerisinde yer alması tabii ki sürpriz sayılmamalı.
ABD Ticaret Bakanlığı: Çin malı otonom araçlar ulusal güvenlik tehdidi
MSP’nin Tanzanya planlarını içeren haberle beraber 24 Eylül günü Financial Times’ta jeopolitik mücadelenin teknoloji ve ticaret alanına yansımasına dair bir ilginç haber daha vardı. ABD Ticaret Bakanlığı, Çin malı yazılım ve donanım kullanan internete bağlanma kapasitesi olan Çin Halk Cumhuriyeti üretimi araçların yasaklanmasını talep etmiş.
Gerekçe ise bu araçların ABD vatandaşları ile ABD’nin alt yapısı hakkında bilgi toplama amaçlı kullanılabilecekleri. Dahası ABD Ticaret Bakanlığı’na göre Çin malı araçların uzaktan manipüle edilerek saldırı ve sabotaj amaçlı kullanılma ihtimalleri var ve ulusal güvenlik riski oluşturuyorlar. Geride bıraktığımız Eylül ayında çağrı cihazları ile başlayan ve otonom elektrikli araçlara uzanan bu tehditler zinciri sayesinde “yerlilik ve millilik” meselesini daha derinlemesine ele almak gerekiyor.
Devamını Oku
30 Eylül 2024 Pazartesi - 09:55
Lord Palmerston’un Mirasını ve Sykes-Picot Haritası’nı Yaşatma Derneği
GDH’ın değerli takipçileri, başlıktaki gibi bir dernek tabii ki resmi olarak yok ama son 2 yılda Gazze ve Suriye’de yaşanan gelişmelerin yarattığı iklim, gerçekten böyle bir derneğin ortaya çıkmasını şaşırtıcı kılmaz. Hatta ülkemizden de çok sayıda üye toplayabilirler.
Lord Palmerston, meşhur “İngiltere’nin ebedi düşmanları ya da dostları yoktur, çıkarları vardır” vecizesinin sahibidir. Ancak yüksek nitelikleri bununla sınırlı değil. Birleşik Krallık diplomasisinde Dışişleri Bakanlığı makamında söz sahibi olduğu 1830-1841 yılları arasında, ülkesinin Filistin’de Yahudilerden müteşekkil bir garnizon devlete duyduğu ihtiyacı açıkça dile getiren ilk devlet adamıydı.
Sykes-Picot adlı İngiliz ve Fransız diplomatların isimlerini ölümsüz kılan 1916 tarihli harita ise Ortadoğu’da kurulacak Siyonist devlete eşlik edecek itaatkar Arap devletlerinin tasarımıydı. Çerçeveyi biraz daraltarak son 1 haftanın gelişmelerine odaklanmak niyetindeyim.
7 Aralık 2024’te Beşar Esad’ın kaçmasından bu yana İsrail, PKK/YPG, İran ve Rusya’nın yanı sıra Avrupa ve ABD’deki kimi siyasi çevreler büyük bir hasretle Suriye’nin yeni bir iç savaşa sürüklenmesi arzusu içerisindeydi.
Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un 3 Ocak 2025 günü Şam’ı ziyaret ederken uçaktan inişinde balistik yelek giymiş olması bu beklentinin dışavurumuydu. Hiçbir silah sesinin duyulmadığı Şam’daki bu şovu karşılık bulamayınca, Devlet Başkanı Şara “elini sıkmadı” söylemiyle devam eden saçmalama süreci, “Suriye Devlet Haber Ajansı Baerbock’un yüzünü blurlayarak fotoğrafını paylaştı” yalanıyla devam etti.
Bu güruh ellerini ovuşturarak beklerken kimse İsrail’in uluslararası hukuka aykırı şekilde yarım yüzyıldır işgal altında tuttuğu Golan Tepeleri’nden Şam istikametinde gelişen ilerleyişine ses çıkarmıyordu. İsrail bu ilerleyişini bölgedeki Dürzi toplumunu kışkırtarak yürütürken Suriye’nin toprak bütünlüğünün ihlal edilmesine karşı çok taraflı uluslararası kurumlar gözlemcilik yapmakla yetinmeye devam etti.
6 mart gecesini düzenleyenler 10 mart anlaşmasını önlemeye mi çalışıyordu?
Geldik 6 Mart Perşembe akşamına. Suriye topraklarında eş zamanlı 3 gelişme yaşandı. Lazkiye’de Esad rejimi artıkları Suriye güvenlik güçlerine pusu kurdu, PKK/YPG terör örgütü Halep’in doğusunda Tişrin Hattı’na saldırıya geçti, İsrail ordusu ise Suriye’nin güneyindeki Kuneytra bölgesinde Bir el-Acem kasabasına girdi.
Bu gelişmelerin hemen öncesinde ise İran’ın çeşitli medya kuruluşları Esad artıklarının kurduğu bir terör örgütünün ilanını ayakta alkışlamaktaydı. Lazkiye’deki pusunun ardından Tartus, Banyas ve Humus istikametine sıçrayan gelişmeler, Suriye’de yeni bir iç savaşın başlamasını hasretle bekleyen kesimlere arzu ettikleri fırsatı sundu.
Pusuyu gerçekleştiren Esad artıklarına operasyon bahanesiyle sahneye çıkan silahlı gruplar Birleşmiş Milletler’in tespitlerine göre 400’den fazla erkek, kadın ve çocuğu katletti. Bu katliam esnasında dikkat çekici noktalardan birisi Banyas rafinerisinin lojmanlarının hedef alınmasıydı. Enerji krizi içerisindeki Suriye’nin en stratejik tesislerinden biri olan Banyas rafinerisinde çalışan mühendislerin evleri basılarak mezhepleri ve dinleri sorgulandı. Alevi ve Hristiyan olanlar öldürülüp evleri yağmalandı.
Şam yönetimine düşen, kurulan soruşturma komisyonu vasıtasıyla bu katliamı gerçekleştirenleri bulmak ve cezalandırmadan önce kimden emir aldıklarını tespit etmektir. Rejimin yanında görünen bu silahlı grupların kime hizmet ettiklerinin acilen tespit edilmesi Suriye’nin geleceği açısından öncelikli konudur.
Bu olayın ardından aklıma 2016 yılının Mart ayında Los Angeles Times ve New York Times gazetelerinde yayımlanan haberler aklıma geldi. Her iki gazeteye göre Suriye’de ABD Savunma Bakanlığı Pentagon tarafından desteklenen muhalif gruplarla ABD Merkezi Haber Alma Teşkilatı CIA’nın desteklediği muhalifler birbirlerine silah çekme noktasına gelmişler ve silahlar ateşlenmişti.
ABD yönetimi içerisinde istihbarat teşkilatları ile Beyaz Saray arasında çelişkiler yaşandığına daha önce de rastlanmıştı ancak ABD yönetiminin farklı gruplarının desteklediği silahlı örgütlerin birbiriyle çatıştığına ilk defa rastlanıyordu. Acaba 6 Mart gecesi, misilleme amacıyla harekete geçen rejim yanlısı görüntülü silahlı gruplardan hala CIA’ya çalışanlar var mı?
6 Mart’ın sırrını çözmeye çalışırken 10 Mart’ta yaşanan bir başka gelişme meseleyi biraz olsun aydınlattı. Akşam saatlerinde Şam’dan gelen bir açıklamada PKK/PYD terör örgütünün lideri Mazlum Abdi’nin örgütünü Suriye yönetimine teslim ettiğini bildiriyordu.
İmzalanan anlaşmaya göre kuzeydoğu Suriye’deki tüm devlet kurumları, askeri üsler, enerji tesisleri Şam yönetimine teslim edilecekti. Anlaşmanın ardından sızan haberlere göre, CENTCOM (ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı) Komutanı General Kurilla, anlaşmanın imzalandığı 10 Mart günü de dahil olmak üzere Mazlum Abdi ile bu anlaşmanın gerçekleşmesi için iki görüşme yapmıştı.
Kurilla, Türkiye’nin terörle mücadele amacıyla kurduğu askeri ve diplomatik baskının engellenemez hale geldiğini Abdi’ye anlatmış, Trump yönetiminin de bölgedeki askeri varlığını daha fazla devam ettirmeye niyeti olmadığını izah etmişti.
Mazlum Abdi’nin Haseke’den Şam’a ABD askeri helikopterleri ile getirilmiş olması da Türkiye’nin taleplerinin karşılanması yönünde Washington’un ne ölçüde devreye girdiğinin bir başka göstergesiydi.
1975’ten itibaren öncelikle Türkiye’yi etnik ve mezhep çatışmasına sürüklemek amacıyla kurulan terör yapısının 2025’teki hızlı iflasının ardındaki gerçekler bir başka yazı konumuzu oluşturacak. Ancak belli ki Şubat ayı boyunca ABD ile PKK/PYD arasında yürütülen görüşmelerden haberdar olan bölgedeki ve bölge dışındaki aktörler son kozlarını 6 Mart gecesi oynamayı tercih etmişler.
Nitekim Kandil kökenli PKK unsurlarının 11 Mart günü Karakozak ve Tişrin çevresinde anlaşmayı sabote edecek şekilde saldırılara başlaması, 6 Mart gecesinin sorumlularına dair de fikir veriyor. ABD’nin Suriye’yi terk etmesinden rahatsız olan, dahası Suriye’de hedefledikleri istikrarsızlık ortamını yeniden tesis etmelerinin mümkün olmadığını görenler mutlaka yeni girişimlerde bulunacaktır.
Devamını Oku
12 Mart 2025 Çarşamba - 05:11
ABD seçimlerinin ilk kıssadan hisseleri
Amerika Birleşik Devletleri’ndeki seçimler yalnızca Beyaz Saray için Cumhuriyetçilerin adayı Donald Trump’ın tercih edilmesiyle sonuçlanmadı. Senato da Cumhuriyetçi Parti’nin kontrolüne geçerken, bu yazının yazıldığı 6 Kasım sabah 09.30 itibarıyla Temsilciler Meclisi’nin 435 koltuğu için verilen mücadelede de yarışı Cumhuriyetçiler önde götürmekte. Dahası Donald Trump, sonuca etkisi olmasa da ülke genelindeki toplam oyda da önde görünüyor.
Peki ABD’deki 80 medya kuruluşu Kamala Harris’i, yalnızca 10 medya kuruluşu ise Donald Trump’ı desteklerken bu sonuca nasıl gelindi?
1 Kasım Cuma günü TRT Haber’de yaptığım değerlendirmede basında paylaşılan çok sayıda manipülatif anketin aksine, sonuçlarda belirleyici olacak, salıncak eyalet tabir edilen, seçmenlerinin her seçimde oy tercihlerini değiştirebildikleri 7 eyalette ( Nevada, Wisconsin, Michigan, Pensilvanya, Georgia, Arizona, Kuzey Karolayna ) Trump’ın önde olduğunu ifade etmiştim.
Kamala Harris'in paraşütle indiği başkan adaylığı
Gelinen noktayı değerlendirmeye önce Kamala Harris ile başlayalım. Harris, 2020 yılı seçimlerinde de aday olmayı planlamıştı. Ancak henüz 2019 yılının Aralık ayında, bağışçılardan yeterli desteği bulamayacağını anlayınca kendi partisi içerisinde ön seçime dahi girmeden bu sevdadan vazgeçti. Ne var ki, Demokrat Parti’ye hakim olan “Obama Çizgisi”, “siyah bir kadının” başkanlığı konusunda kesin kararını vermişti.
Biden başkan seçildikten sonra yardımcısı olarak Beyaz Saray’a sokulan Kamala Harris, geride kalan 3 buçuk yıl boyunca kayda değer hiçbir varlık göstermedi. Dış politika konusunda ne düşündüğüne dair fikri olan yoktu. 2023 yılına gelindiğinde Kamala Harris’in Demokrat Parti içerisinde yeniden bir yarışa girmesinin mümkün olmadığı ortadaydı. Bu nedenle olsa gerek yeniden başkan adayı olarak belirlendikten sonra oluşturulan baskıyla Biden’ın adaylıktan çekilmesi sağlandı ve Harris böylece parti içi bir sınamaya girmeye mecbur kalmadan başkan adaylığına paraşütle indirildi. Ne kadar demokratik bir tercih değil mi?
Demokrat Parti işçi sınıfı yerine pop müzik kraliçelerinden destek aradı
5 Kasım günü seçim sonucunu belirleyen nedir diye soracak olursanız, burada farkı yaratan asli unsurlardan biri kanaatimce Boeing uçak fabrikası işçilerinin ve liman işçilerinin seçimden 5 ay kadar önce başlattıkları eylem süreciydi. Her iki tarafta ABD tarihinin en büyük grevleri düzenlenmek üzereydi. Ancak seçimden 1 ay önce sağlanan geçici anlaşmalarla bu grevler ertelendi. Lakin bu işçi eylemleri sırasında yaşanan tartışmalar ve ortaya çıkan talepler bir noktaya kesin olarak işaret etmekteydi. ABD işçi sınıfı ve sendikalar, Demokrat Parti’nin geride kalan 4 yıllık yönetiminde hayal kırıklığına uğramışlardı ve yeni bir Demokrat Parti yönetiminden de umutlu değillerdi.
Yani Kamala Harris’in, işçi sınıfı ve sendikalar yerine Hollywood’u, pop müzik kraliçelerini ve manipülatif anket şirketlerini dinlemeyi tercih etmesi mağlubiyetini hazırlayan sebeplerin başında geldi.
Hispanikler, siyahlar ve kadınlar Kamala Harris'i tercih etmedi
Seçim sonuçlarında belirleyici olan ikinci faktör ise popülist siyasetin tırmanışta olduğu ülkelerdeki pek çok siyasetçi için uyarı niteliğinde. Hiçbir toplum sınıfının ya da sosyal grubun oylarının blok halde cepte olmadığı, ekonominin belirleyici olduğu gerçeği.
Düzensiz göçmenlere karşı olan Trump, ülkenin en büyük göçmen grubu Hispaniklerin oylarını aldı. Teksas’ta nüfusunun yüzde 97’si Hispanik olan ve 130 yıldır Cumhuriyetçilerin kazanamadığı Starr County’de 16 puan farkla Trump kazandı. Yine Kuzey Karolayna’da nüfusunun yüzde 40’ını siyahların oluşturduğu ve Amerikan İç Savaşı’ndan bu yana (1861-1865) Cumhuriyetçilerin kazanamadığı Anson County’de zafer yine Trump’ın oldu. Keza kadın seçmenlerin oyları da zannedildiği gibi Kamala Harris’e akmadı. Sahayı ve sosyolojiyi okumak yerine temennilerinin peşine takılan Demokratlar, gerçekleri göremediler.
ABD’de 2024 yılı seçimleri her yönüyle uluslararası toplum için dersler içeriyor. Seçimlerin yalnızca sosyal medya ya da popüler kültür figürleri üzerinden kazanılamayacağı bir kez daha tescil edilmiş oldu. Bilmem anlaşılıyor mu?
Devamını Oku
06 Kasım 2024 Çarşamba - 11:01
7 Ekim'in karanlıkta kalan bilmecesi
Hizbullah’a telsiz ve çağrı cihazı üretecek kadar sofistike operasyonlar yürütebilen İsrail istihbaratı, Aksa Tufanı Operasyonunun hazırlıklarını tespit eden Birim 414’ün 21 kadın askerini, Netanyahu’nun ihtirasları uğruna harcadı mı?
İsrail’in Hamas’ı bitirme bahanesiyle Gazze Şeridi’ne başlattığı saldırı birinci yılını geride bırakırken, meselenin özünde Ortadoğu’da yeni haritalar, yeni sınırlar çizmek olduğu gerçeği kendisini ayan beyan belli ediyor.
İsrail-ABD-İngiltere üçlüsünün öncülüğünde G-7 ülkelerinin desteği ve ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı CENTCOM’un koordinasyonunda yürütülen saldırı süreci Beyrut kapılarına dayandı. Suriye’nin Şam, Hama, Humus kentleri mütemadiyen vurulurken, ABD ve İngiltere İsrail’i Yemen ve Irak’tan gelen füze saldırılarına karşı savunmakla kalmıyor, İsrail yerine buradaki tehditlere saldırılar da düzenliyor.
ABD basınına göre yalnızca Washington yönetiminin İsrail’e akıttığı askeri yardımın miktarı 22-23 milyar doları buldu. Bir yılda temin edilen ayni ve nakdi yardım, 1970’lerde bugünkü şeklini alan ABD-İsrail ilişkileri tarihinde bir rekor.
Hizbullah'a iletişim cihazı tedarik eden Mossad, Aksa Tufanı'nı nasıl göremedi?
Son bir yıldaki sürecin önemli kırılma noktalarından biri 17 Eylül’de Hizbullah ile İran Devrim Muhafızlarının kullandıkları çağrı cihazlarının ve hemen ertesi gün 18 Eylül’de telsizlerin patlatılmasıydı. Washington Post’un ulaştığı bilgilere göre İsrail’in 10 yıldır yürüttüğü operasyonda telsizler ve ardından çağrı cihazları, İsrail gizli servisi Mossad’ın gözetiminde İsrail’de üretildiler.
Macaristan’da kurulan bir paravan şirket vasıtasıyla cihazların pazarlaması, Bulgaristan’da kurulan bir başka paravan şirket aracılığıyla ise nakliye gerçekleştirildi. Tüm bu sürecin yönetiminde ise Norveç pasaportu sahibi muhtemel bir Mossad ajanı yer almakta ki kendisi normal olarak şu anda sırra kadem basmış durumda.
İsrail, bu cihazları yalnızca birer ölüm tuzağına çevirmekle kalmadı. Aynı zamanda bu cihazları takip amaçlı kullanarak İran-Lübnan arasındaki Hizbullah milisleri ile İran Devrim Muhafızlarının tüm hareketlerini, silah sevkiyat yolları ve depolarını da haritalandırdı. Hasan Nasrallah dahil Hizbullah’ın yönetim şemasındaki isimlerin yüzde 99’unun geride kalan 23 gün ortadan kaldırılması, insan istihbaratının yanısıra sinyal istihbaratı aracılığıyla mümkün oldu.
Şimdi İsrail, bu cihazlar vasıtasıyla tesis ettiği üstünlüğü bir efsaneye dönüştürmeye çalışıyor. Peki o zaman biz de şu soruları soralım:
- Bu denli sofistike ve yıllara yayılan, Avrupa’dan Ortadoğu’ya kadar geniş coğrafyayı kapsayan operasyonu yürüten bir ülke nasıl oldu da burnunun dibinde hazırlanan “Aksa Tufanı Operasyonu”nu görmedi?
- Ya da İsrail-ABD-İngiltere üçlüsünün Ortadoğu haritasını değiştirmek için “Aksa Tufanı Operasyonu” gibi bir gerekçeye mi ihtiyaçları vardı?
- Hatta hem Hamas hem de Hizbullah içerisine sızdırdıkları muhbirleri vasıtasıyla bu operasyon için iki örgütün lider kadrolarını kışkırtmış olabilirler mi?
İsrail Ordusunda Birim 414'e mensup 21 kadın asker harcandı mı?
Fransız gazeteci Sacha Perrin’in Paris Match dergisi için 7 Ekim’in birinci yıldönümü için hazırladığı dosya haber, yukarıdaki soruları meşru kılıyor. Perrin hazırladığı dosya haberde, “Aksa Tufanı Operasyonu”nda Hamas’ın ilk hedefi olan Nahal Oz yerleşimini koruyan İsrail askeri üssündeki, gözetleme ve istihbarattan sorumlu 26 kadın askerin akıbetini sorguluyor.
Perrin’e göre, bu kadın askerlerin 2023 yılının Mayıs ayından bu yana Gazze’deki direniş gruplarının saldırıya hazırlandıklarına dair yaptıkları uyarılar İsrail ordusunun komuta kademesi tarafından dikkate alınmadı.
Nahal Oz’daki Roni Üssü, Gazze’deki direniş gruplarının 7 Ekim sabah saat 06.20’deki roket saldırılarının bitmesinden 3 dakika sonra saldırıya uğradı. Bu üste İsrail ordusunun “Birim 414” adı verilen unsurları bulunuyordu. Mensupları silah taşımayan “Birim 414”’ün görevi, balonlara yerleştirilmiş kameralar ve diğer elektronik sistemlerle güvenlik çiti çevresindeki gelişmeleri gözlemekti. 26 kadın asker, 7 Ekim öncesindeki 5 ay boyunca defalarca güvenlik çiti çevresinde sıra dışı gelişmelere şahit oldular ve bunları rapor ettiler.
Hazırladıkları raporlara göre Gazze sınırlarını aşacak ve daha önce benzeri görülmemiş bir saldırı kaçınılmazdı. Ancak bu raporlara dair muhataplarından ve komutanlarından sağlıklı bir geri dönüş alamadılar. Roni Üssü’nü hedef alan saldırıda 26 kadın askerden 15’i öldürüldü, 6’sı esir düştü, 4’ü kaçmayı başarabildi.
Esir düşenlerden biri de daha sonra Gazze’de hayatını kaybetti. İsrail 7 Ekim günü Nahar Oz ve çevresinde 331 askerini ve 61 polisini yitirdi. Yalnızca Roni Üssü’nde ölenlerin sayısı 45 olarak kayda geçti. Sürecin dikkat çeken yanlarından biri ilk İsrail saldırı helikopterinin Roni Üssü ve Nahar Oz’a, saldırı başladıktan 2 saat 22 dakika sonra ulaşmış olmasıydı.
Üsse 12 defa ateş açan saldırı helikopterinin bu esnada Hamas milisleri ile İsrail askerlerini ayırt edip edemediği, helikopter saldırısında ölen İsrail askeri olup olmadığı bilinmiyor. Saat 09.45’teki helikopter saldırısını takiben 7 İsrail askeri Roni Üssü’nden çıkmayı başararak koşarak uzaklaşmaya çalıştı.
Bu gruptan hayatta kalan tek askerin ifadesine göre, bir keskin nişancı kaçan gruptaki diğer 6 askeri başlarından vurarak öldürdü. İfadelerin ayrıntılarına inildiğinde sadece Hamas’ın değil, başka birilerinin de “Aksa Tufanı Operasyonunun” hazırlıklarını izleyen Roni Üssü’nden kimsenin sağ çıkmasını istemediği sonucuna ulaşabilir.
İsrail ordusunun takviye güçleri ancak 7 Ekim akşam saatlerine kadar Nahar Oz ve Roni Üssü’ndeki askerlere ya da onlardan geriye kalanlara ulaşabiliyor. İsrail’de Netanyahu hükümetine muhalif basın ucundan kıyısından elde ettiği bilgilerle 7 Ekim’in bu karanlık noktasına ışık tutmak için çabasını sürdürüyor.
Ancak 1 yılın ardından elde edilen bulgular, İsrail’in bugün bölgede yürüttüğü saldırıları için “Aksa Tufanı Operasyonu”na ihtiyaç duyduğu ihtimalini güçlendirir nitelikte. Dolayısıyla Roni Üssü’ndeki istihbarat görevinde bulunan ve yaşanacakları öngören 21 kadın askerin Netanyahu’nun hedefleri uğruna harcandığı kanısı güçleniyor.
Devamını Oku
10 Ekim 2024 Perşembe - 12:26

Dünya nereye gidiyor?

Neden bu elveda?

Trump’ın yeni dünyası ve Avrupa

Avrupa’da F-35 paniği ve Kill Switch

Dünyada “Jeopolitik Deprem”e Karşı Türkiye’nin Cevabı: Reform ve Değişen “Büyük Strateji”

Lord Palmerston’un Mirasını ve Sykes-Picot Haritası’nı Yaşatma Derneği